12 Temmuz 2013 Cuma

BABAN NE İŞ YAPIYOR?

Dediler ki "bu okul çok iyi eğitiyor, hem de yakın... çarığınızı çorabınızı da aldık, haydi yallah gidin!"

Gittik...

Gittik de, okulda bir kelime Türkçe bilen yok. Yani öğretmenler dışında... Öğretmenlerden de zaten biz tırsıyoruz; onlar konuşturmazsa ne haddimize, ne işimize öğretmenlerle konuşmak. Evimize topu topu bir-birbuçuk kilometre uzaklıktaki okula sanki başka bir ülkeye gider gibi gidiyoruz. Ağzımız, kulaklarımız, gözlerimiz beş karış açıkta izliyoruz; kimileri koşturuyor, kimileri anlamadığımız bir dilde sohbet ediyor, tartışıyor, ağlıyor...

Yatılı Bölge Okulu "disiplinlidir, iyidir, adam olursunuz" diye saldılar bizi okula. Zaten yatılı okula "gündüzcü" yazılan beş kişiyiz, beşimiz de birbirimizi beşikten tanıyoruz. Yeni bir arkadaş edinmek, yeni bir soluk almak mümkün değil bu ortamda...

Neyse ki okulun eğitimi gerçekten iyi. Köydeki çocuklar okusun diye kurulmuş bu okul birinci sınıfta neredeyse bir "hazırlık okulu" gibi. Önce köyünden ilk defa dışarı çıkmış, tek kelime Türkçe bilmeyen, ama Kürtçeyi de bir çırpıda hızlı hızlı konuşan çocuklara Türkçe öğretiliyor. Üstelik öğretmenlerin çoğu Ercişli olduğundan çok özel bir Türkçe de öğretiliyor: Ercişlice!.. Sohbetler Ercişlice yapılıyor, kitabî olanlar da Ercişlice telaffuz ediliyor. Yani "gündüzcü"lerin zorlanacağı birşey yok... Benim iki yıl boyunca öğretmene küfretmeme sebep şey dışında. Okumayı hemen çözüyorum, ama bir türlü yazamıyorum, iyi mi? Yazamıyorum, çünkü bir solağım ve çok akıllı öğretmenimiz sağ elle yazmam için zorluyor da zorluyor. Hikmetini bir türlü anlayamıyorum; evde yemek meselesi, okulda yazı yazma meselesi kendimi lanetliymişim gibi hissetmeme neden oluyor. Neyse ki üçüncü sınıfta rahat yazar hale geliyorum da, kurtuluyorum sol elli olmanın lanetinden maşallah...

Dil mesafeleri kapanıp, birbirimizi anlayacak seviyeye gelince, arkadaşlıklar gelişiyor. Beş kişilik minyatür kale maçlardan onbire onbir oynanan koca sahaya geçiş bile yapıyoruz. Hatta saha o kadar müthiş ki aynı anda sekiz ayrı takım maç yapıyor, kimse diğer maçın topuna dokunmuyor. Tek sorun bir kalede dört kalecinin bulunması. Topun, diğer kalecilerin kıçına başına değip kaleye girmeme olasılığı tek kalecili kaleden daha yüksek. Bu da vuruş tekniği kazandırıyor bize...

Okula geldiğinde tek kelime bilmeyip de kitaptan öğrenen arkadaşlar bizim Türkçemizle dalga geçecek kadar öğreniyorlar Türkçeyi. Neymiş efendim "kartol" yerine "gartol" diyormuşuz. Fesime anlatsınlar kartolu...

Binyılların gartolunu kartol yapan arkadaşlar telaffuzumuzu epey zorladılar da. Qaf'lı ve hhılı ifadeler çoğaldı hayatımızda. Ama ölürüm de "kartol" demem, o konuda kararlıyım...

Tabii bu arkadaşlara biz Ercişlice birşeyler aktardıkça karşılığında da Kürtçe birşeyler alıyoruz. Karşılıklı kültür alışverişi yani.

Beş yıl okuduğumuz bu okulda yemek yememiz ailemiz tarafından yasaklanmıştı. Sebebi? Sebebi temizlik efendim, başka bir numarası yok... Her öğlen eve yürüyüp, gidip geliyoruz. Evde ne mi yiyoruz? Ne olacak, kimi zaman akşamdan kalmışsa yemek, kimi zaman bir tas yoğurt, kimi zaman yeşil soğan ve ekmek. Ama olsun, evde yeşil soğan ve ekmeğe talim de edilse emir var "okulda yemek yenmeyecek!" Pek âlâ, yenmesin bakalım... Koca beş yıl içinde bir kere delindi bu yasak. Arkadaşlar artık ısrar etmeyi fenalık derecesine getirmişti ki, "tamam yav gitmiyorum bu öğlen, birlikte yiyelim" çıkıverdi ağızdan. Yüzlerce öğrencinin yemek yediği devasa yemekhaneye girer girmez kokudan bir milyon olan kafaya, içine iki lokma girmesine rağmen itiraz eden mide eşlik edince dışarı çıkıldı. Yemeğe gitmek için ısrar eden arkadaşlar vicdan azabıyla gofret üstüne gofret aldılar aç kalmayayım diye. Kendilerini saygıyla ve şükranla yad ediyorum... Ancak o gofretler de bayattı, haberleri olsun...

Tam arkadaşlıklar tavan yapmış, okulu o biçim sevmeye başlamışız, bitti. "Artık gündüzcü öğrenci alınmayacak, naş naş" dediler. Erciş Lisesinin orta kısmına yazdırdılar bizi. Üç kat daha fazla mesafe katedeceğiz, ama sorun değil. Asıl sorun, yine yabancılık çekeceğiz başlarda, alışmak zor olacak...

Yatılı Bölge Okulunda arkadaşlar "Turko" diye dalga geçiyordu ya, gittik Erciş Lisesine ki aboo herkes burjuva yahu. Parası olup da yatılı okumayan beyaz köylüler jilet gibi, pasparlak takım elbiseleriyle hava basıyor... Şehirli fırlamalar boyunlarında zincirler, ellerinde tespihler racon kesiyor... Henüz kimin "inek", kimin "çok akıllı" olduğu falan bilinemediğinden, kızları daha ilk haftadan bu iki grup bağlıyor, garibanlar gene açıkta kalıyor; mahalle kızlarına askıntıya devam...

Bir de bir yarış var ki, başlarken kaybetmişiz zaten. Okulda çok sayıda memur çocuğu var. Daha da önemlisi subay çocukları falan var ki, herkes onlarla arkadaş olmaya can atıyor. Ne var ki, Yatılı Okulda bizi "Turko" diye çağıranların yerini "bunlar kıro, yatılı okuldan geldiler" diyen beyaz Turkolar aldı. Kimseye yaranamıyoruz; beyaz köylüler parasıyla eziyor, şehirli fırlamalar raconlarıyla, beyaz Turkolar Türkçe telaffuzlarıyla(!).. Artık, konuştuğumuz Türkçenin ne kadar kaba bir Türkçe olduğuna kanaat getirmişiz evelallah; onlar gibi incelmeye çalışıyoruz. "Beeyyş, tango olupsan babam!?" diyen mahalleliyi umursayacak durumda değiliz.

İlk hafta ders mers yok... Öğrenciler "memur çocuğu", telaffuzu düzgün arkadaş edinme peşinde koşuyor, top oynuyor, "dal sigara" satan dükkânları keşfetmeye çalışıyor...

Dersler başlıyor, yandık ki ne yandık... Matematik dersinde disipliniyle meşhur öğretmen (Elif Siyes, kocası bir yüzbaşı ve darbe yönetiminin Erciş Kaymakamı. Bütün Ercişlilerin kocasından, bütün öğrencilerin de Elif hocadan çekeceği var) öğrencileri tanımaya çalışıyor. Tek tek isimlerini, anaların babaların ne iş yaptığını soruyor. İsim sorusuna cevap vermek kolay; tek bir telaffuzu var ne de olsa. Anne de kolay, hemen herkesin annesi bahçede semaver çayı yudumluyor. Ama bana sıra gelene kadar baba mesleğini düşünmem lazım, ne demeliyim? O zamana kadar bildiğim kelime doğru mu acaba? Herkes ne kadar da ince konuşuyor yahu… Benim bildiğim kesin yanlış olmalı! Eğer Türkçe bu kadar ince telaffuzlu bir dil ise, kesin yanlış biliyorum. “Ne yapıyorsun oğlum cevap ver” dese, şimdikiler gibi "iyi valla öğretmenim, sen ne yapıyorsun?" da diyemeyiz. "Gebertir kaymakamın karısı bizi"... Zaten o zamanlar "iyiyim" cevabının sorusu "ne yapıyorsun?" değil, "nasılsın?" idi.

Ne çabuk bana geldi sıra, anlamadım. Bazı uyanıklar atladılar galiba diyeceğim, ama Elif hoca yemez öyle numaraları...

– Evet oğlum sana soruyorum! Baban ne iş yapıyor?

En iyisi qırroluk yapmadan ince ince cevap vermek:

– Marangöz öğretmenim!..

– Marangöz müü, o nasıl meslek olum?

– Marangöz işte öğretmenim, keser meser var ya hani...

– Yavrum ona marangöz değil, marangoz denir!.. Gülmeyin çocuklar!..

"Gülünmeyecekse sen de gülme hocam" diyemiyorsun ki...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder