13 Mayıs 2014 Salı

ALIŞMIŞ BİR DEFA


Alışmış çalmaya. Muhalefete zırnık koklatmıyor. Necdet Adalı’nın idamını çaldı. “Beni burada arama anne” şiirini okudu Nevzat Çelik’ten. Mustafa Pehlivanoğlu’nun idamını çaldı. Sağdaki prompterdan okuyordu nasıl öldüğünü. Mustafa’nın anne babasının 3 gün sonra yavrularının öldüğünü öğrenmiş olduğunu büyük bir hüzünle anlattı. Sonra sola döndü ve Mustafa’nın mektubunu okudu; “Sevgili anneciğim ve babacığım… Size karşı hatalarımı affedin. Hakkınızı helal edin…” Vekiller alkışladı, salon alkıştan inledi. İşte buna dayanamazdı. Gözyaşları, gözyaşları. Boğazı düğümlendi, salon yine inledi. Sonra Erdal Eren’e geçti. Erdal’ın ölümünü de çaldı. “Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu Mamak’ta çektiği çileleri, gördüğü işkenceleri…” dediğinde kendini biraz toparlamıştı artık. Yazıcıoğlu’nun Mamak’tan yazdığı şiiri okudu: “Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum. Durun kapanmayın pencerelerim…” Ertuğrul Günay’ın babasının cenazesine nasıl katılamadığını acıklı acıklı ifade etti. Alparslan Türkeş’i hafiften andı: “Burada rahmetli Türkeş’in 12 Eylül sonrası yaşadıklarından hiç bahsetmiyorum” dedi ve hayret, sözünde durarak bahsetmedi.

Bunları konuştuğunda takvimde Şubat 2012 yazıyordu. Silivri’de, Hasdal’da sebebini bilmeden yatan onlarca insan annelerini, babalarını, kimisi çocuğunu, hatta kimisi kendi hayatını kaybediyordu. Onların sıcağı sıcağına ölümlerine değinmedi. Cenazelerini çaldı bir bakıma, yakınlarının acılarını.


2013 olduğunda biri 15, biri 19 yaşında olmak üzere 8 genç “polisin destan yazdığı” günlerde hayatını kaybetti. Ne Erdal Eren’den çaldığı imgeyi hatırladı, ne de Mustafa Pehlivanoğlu’nun anne babasına mektubunu... Hem “saçlarına yıldız düşmüş anne” derken, hem de “nişanlıma söyleyin mutlu bir hayat kursun” derken prompterdan destek almıştı. İnsanların duygularını çalıyor, sonra unutuyordu; her zaman yaptığı gibi. Sağına ve soluna konmamış prompter olmayınca bütün vücudu kıpkırmızı, avazı çıktığınca bağırıyordu: “Vandallar, çapulcular, ateistler, teröristler.”

“Devlette üçüncü adam” yaptığı Apo’nun idam edilmemiş olmasını da çaldı. “Söyleyin kim asmamıştı?” diye sorduğunda vekilleri öyle bir alkışlamıştı ki, yıllardır Meclis’in tavanına yapışık çiğköfteler ancak o zaman dökülebilmişti.

Yahya Kemal’in “Deniz Türküsü”nü çalıp “Deniz” yapmıştı. Şiiri prompterdan okumuştu ama yanlış okumuştu. Büyük ihtimal o şiiri ilk okuyuşuydu ve danışmanlarının yanlış yazdığını farketmedi bile. Alışmış çalmaya, alışmış. Herkesin, her kesimin neyi varsa çalıyor, dönüştürüyor. İlkesiz, cahil vekilleri ve seçmeni yeri göğü inleterek alkışlıyor…

Ergenekon kavramını çalıp bir terör simgesi haline getirdi. “Ben de bir Gürcüyüm” diyen bu herif Türklüğün simgelerinden birini öyle bir çalıp içini boşalttı ki. Bırakın cahil seçmeni, aydınlar bile “adam haklı” dedi, ona yandım. “Ben bu davanın savcısıyım” dedi. “Bunlar hep geç uyanıyorlar. Ergenekon konusunda da uyanacaklar, bize de o gün tıpkı bugünkü gibi günaydın demek düşecek” dediğinde tarih yine Şubat 2012 idi ve Ergenekon davasından içeride olanlar ölmeye devam ediyordu.

Sonra sadece duyguları, imgeleri, simgeleri değil mal mülk çaldığı da çıktı ortaya. Sıfırlaya sıfırlaya bir türlü sıfırlanamayan miktarda. Böyle bir durumda bile yapılacak en şeytani şeyi yaptı ve gene çaldı. Bu kez bilim için önemli bir kavram olan “paralel”i çaldı. Bütün kabahatleri “paralel”e yükledi. “Ergenekon paralelin tezgâhı” dedi. 12 yıl yönettiği meğer hikâye imiş. Birbirine paralel iki devlet varmış ve güzel duble yolları bu bizimki yaparken bütün kötülükleri diğer devlet, yani paralel yapıyormuş. Bunları anlattığında vekilleri de seçmeni de çok güzel alkışladı.

Çalmadığı ne kaldı? Yargının cübbesi mi, askerin üniforması mı? Solculardan Erdal Eren mi, sağcılardan Mustafa Pehlivanoğlu mu? Sıfırlamaya çalışırken koyacak yer bulamadığı 30 Milyon Avro cinsinden milletin vergisi mi?


Her şeyin üstüne Oğuz Atay’ın mümkünü yok okumadığı “Tutunamayanlar”ını çaldı. İşte buna Selim ve Turgut acıklı acıklı fena güldüler. Ama o bilmiyor, o sadece çalıyor… Vekilleri ve seçmeni alkışlıyor. Ben küfrediyorum bu duruma. Seçmeni “Hadi oradan, halkı hiç anlamıyorsun” diyor bana. “Halkın da…” diyorum, gerisini Neyzen’e havale ediyorum…

5 Mayıs 2014 Pazartesi

BİR YIKIM YASASI DAHA


Büyükşehir Belediyesi Kanununda 2012'de yapılan değişikliklerle 16 bin köy mahalle olmuştu. Bu değişikliklerle birçok şey değişmişti de, mesela şöyle bir şey de olmuştu: Köyler, tüzel kişiliklerini kaybetmişlerdi. Oysa köylerin tarım ve hayvancılık yapılabilsin diye vergi, su, elektrik, ortak otlak yerleri gibi avantajları vardır. Mahalle olunca bütün bu avantajlarını yitirdiler. Bu Kanun, köylüye atılan, dolayısıyla ülkenin tarım ve hayvancılığına atılan büyük bir kazıktır.

Yetmemiş olacak ki, gözü doymamış Hükümetimiz nur topu gibi bir Kanun daha doğurdu: Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu. Savunmalarına bakarsanız bu yasa sayesinde yılda 17 Milyar TL girecek cebimize. İşin tuhafı muhalefetten de önemli ölçüde destek aldı bu Kanun.

Kanuna göre; tarım arazileri miras yoluyla bölünemeyecek ve mirasçılar bir yıl içinde anlaşarak araziyi tek bir kişiye bırakacak. Anlaşma sağlanamazsa kardeşler birbirini dava edebilecek. Eğer dava açmazlarsa Tarım Bakanlığı onları dava edecek. Sulh hukuk hakimi tarafından belirlenen kardeşe devir yapılacak. Mahkeme tarım yapacak ehil birini tespit edemezse, en yüksek teklifi veren mirasçıya devir yapılacak. Arazinin tamamına konan kardeş diğerlerine paralarını verecek. Peki gariban köylü o parayı nasıl verecek? Devlet bankalarından kredi çekecek. Nasıl sonuçlar doğuracağını göreceğiz.

Bu işe yıllardır hazırlanıyorlardı. Yıllardır Tarımsal Danışmanlık adı altında bir sınav yapılıyor. Bu sınava emekli ziraat teknikerleri ve ziraat mühendisleri giriyor, başarılı olanlar “Tarımsal Danışman” oluyor. Peki köylü çiftçiler bu danışmanlardan faydalanabiliyor mu? Elbette hayır. Sadece şirketler istihdam edebiliyor bunları.

17 milyar TL kazanç sağlayacağız palavralarını geçiniz. Bu yasanın getireceği alternatif maliyete paha biçilemez.

Bu yasanın olası sonuçları neler olabilir:

1. İnsanların mülkiyet edinme hakkına tecavüz edilecek.

2. Kardeş kardeşe düşman olacak. Bazen kan gövdeyi götürecek.

3. Tarım ve hayvancılıkla uğraşan her 10 köylüden en az 6'sı büyükşehirlere göçüp eğer iş bulabilirse amelelik yapacak. Bir inek, birkaç tavuk, birkaç dönüm araziyle geçimini sağlayan köylü aktif işsizler kervanına katılacak.

4. Kardeşine vermek için çektiği krediyi ödeyemeyen veya büyük araziyle baş edemeyen köylü, arazisini büyük tarım firmalarına satarak ya kardeşinin yanına göçerek işsizliğine ortak olacak ya da kendi arazisinde asgari ücretle artık ancak ırgat olarak çalışabilecek.

5. Satılığa çıkan arazileri kimler mi alacak? Genelde yabancı firmalar (Tarımsal Danışmanlık unvanını köylü Memet Ağa için hazırlamadılar anlayacağınız). Sektörün içinde olduğum ve hergün tarım haberlerini yakından takip ettiğim için biliyorum ki yabancı firmalar yıllardır Türkiye'de tarım arazisi bakıyor. Konya, Antalya, Balıkesir, Bursa, Iğdır gibi şehirlerde önemli tarım arazilerini satın alan birçok yabancı tarım firması var. Hatta kimisinin para vermesine de gerek yok. Mesela bize kimyasal şeker kakalayan Cargill, Bursa'da Hazine arazisine bedavadan kondu. Yabancılar sadece 2013'e kadar 21 milyon metrekare arazi satın aldılar. Bunun 5 milyon metrekaresi Antalya'da. Turizm şehri olarak bilinir ama en önemlisi müthiş bir tarım şehridir Antalya.


Genel Kurula inmesi an meselesi olan Şeker Kanunu da çıktı mı (ki Türkiye'de yaklaşık 7 milyon kişi şeker pancarından ekmek yiyor) yapılacak tek şey kalıyor: Köylüye de, tarıma da, hayvancılığa da “Allah'tan rahmet” dilemek.

Mitinglerde ne diyorduk? “Benim milletim istiyor yahu! Siz kimsiniz ki?!”