12 Haziran 2015 Cuma

KİŞİLİK VE ŞAHSİYET

Günümüz Türkçesinde kişiliği eskinin şahsiyeti yerine kullanıyorlar, ama karşılamıyor zannımca. Eksik bir şeyler var sanki. Kişilik; herhangibir şekilde, hangi huy ve alışkanlıklar edinmişse insan, kendine özgü özellikler toplamıdır. Bunda “fıtrat”ın da önemli bir etkisi vardır. Şahsiyet ise tutarlı, ahlâklı, dürüst, ilkeli bir kişilik sahibi olmaktır. Her bireyin, onu diğerlerinden ayırt eden bir kişiliği vardır, ama herkes bir şahsiyet sahibi değildir… Birine “şahsiyetsiz” dediğimizde kafamızda eksik parça kalmaz, oturur yerine. “Kişiliksiz” dendiğinde aynı şeyi hissetmiyorum; çünkü öyle veya böyle bir kişiliği oluyor insanın neticede.

Şahsiyetsiz insanlar başkalarını bazen parayla sınarlar, bazen mevki-makamla. Eğer nefsiniz bunlara yenik düşerse size yaptıramayacakları şey yoktur. Böyle olunca, kişilik alınır-satılır bir meta haline gelir ve şahsiyet oluşumu devre dışı kalır. Tamamlanmamış şahsiyetler, toplum için, hiç şahsiyeti olmayanlardan daha tehlikelidir. Bunlara da “münafık” deyince anlam oturuyor kafamda. Dinî anlamda değil, toplum-bilimsel anlamda kullanıyorum “münafık” kavramını. “İkiyüzlü” demek karşılamıyor sanki.
* * * *
Musa, on maddenin birinde, “öldürmeyeceksin”, birinde “çalmayacaksın” demişti. Gel gör ki İsrailoğulları öldürmeden duramıyor, çalmadan zengin olamıyor. Doğrudur, çalışarak da zengin olunabilir ama neden Yahudiler hep zengindir? Yüzyıllarca yurtsuz gezmelerine rağmen nasıl olur da zengin kalabilmişlerdir? Bulundukları her toplumda onlardan-mış gibi görünüp münafık olarak yaşamış olmasınlar sakın?..

İsa, “hem Tanrıya, hem paraya tapamazsınız” demişti ama Weber’in harika biçimde anlattığı gibi “Kapitalizmin Ruhu, Protestan Ahlâkı”nda saklıdır. Doğrudur, kapitalizm zenginliği Tanrı gibi davranan tek bir “Kral”dan alıp insanlar arasında dağıtmıştır. Ancak kaç kişi arasında dağıtmıştır? Zenginliğin paylaşımı/bölüşümü kapitalizmin en büyük sıkıntısıdır ve bu sorunu çözemezse kendi sonunu getirebilir. Gelen gideni aratabilir üstelik. Komünizm tecrübesinden sonra insanoğlunun neler yapacağı, sınırları nereye kadar zorlayacağı belli olmaz… Protestan ahlâkı bir bakıma Yahudiliğe dönüş ve münafık davranışı üzerine kurulu olabilir mi acaba?

Muhammed “infak edin”, yani “artanı verin” demişti. Enteresan kabul eder misiniz bilmem: Muhammed El-İlah adına ortaya çıktığında ilk intisap edenler hep fakirler, köleler falandı. Zengin olup da Müslüman olan ilk insan, Ebu Bekir Müslüman olduğunda hayretle ve coşkuyla karşılanmıştı. Ortada İslam adına ne namaz, ne oruç, ne hacc, yani bugün İslam’ın Şartları olarak sayılan hiç biri yoktu. Bunlar, Muhammedin mesajı kurumsallaşıp, yani din olunca, bir anlamda kilise ve havra formuna kavuşunca oluşmuştur. Kim “İslam’ın Şartları” diye beş emir vaz etmişse İslam felsefesinin içine etmiştir. “İmanın Şartları” da öyledir. Her bir birey, vahyi birebir tecrübe etmediğine göre, aslında İmanın Şartı birdir: Muhammed ne diyorsa ona inanmak! Put Tanrılar afyon olarak kullanılmış, insanlar köleleştirilip meta haline getirilmişken El-İlah adına biri çıkıp “Kölelik düzeniniz batsın, Tanrılarınız da yalan, var ama tek bir Tanrı” diye haykırdığında yanında köleleri, itilmiş kakılmışları bulmuştu. Başkaldırı başarıya ulaşıp bir din olarak kurumsallaştığında, gelsin saraylar gitsin cariyeler! Üvey evladın karısıyla evlenmeler. Sonrasında Muaviye sarayları. Sonrasında itibar adına Ak-Saraylar falan. Münafık olmak neydi be usta?
* * * *
Ne mi anlatıyorum? Diyorum ki: Kendi içinizde tutarlı olun! Diyorum ki: Dinle ahlâk arasında doğrusal bir bağlantı kurarsanız, fena çuvallarsınız. Ahlâk, en çok da din olmadığı halde, hatta Tanrı olmadığı halde anlamlı olan bir insanlık erdemidir! Bir dine, bir ideolojiye, bir topluluğa ait hissettiğinizde bir kişilik sahibi olabilirsiniz, ama şahsiyet, kendinizi kendinizin inşa etmesidir.

Eğer Tanrı yoksa, eğer Cennet-Cehennem, eğer bakire huri vajinası yoksa her türlü işi yaparım derseniz homo olabilirsiniz ama homo homo sapiens, yani düşündüğü şey üzerine düşünen insan olamazsınız! Eğer, “Tanrı yoksa ahlâksız olabilirim” diyorsanız canınız Cehenneme! Kırkbin zebani karşılasın sizi…
* * * *
Kişilik ve şahsiyet meselesinden buralara nasıl geldim, ben de bilmiyorum. Anlayan, bana da anlatsın…


Muhammed “infak edin”, yani “artanı verin” demişti. Enteresan kabul eder misiniz bilmem: Muhammed El-İlah adına ortaya çıktığında ilk intisap edenler hep fakirler, köleler falandı. Zengin olup da Müslüman olan ilk insan, Ebu Bekir Müslüman olduğunda hayretle ve coşkuyla karşılanmıştı. Ortada İslam adına ne namaz, ne oruç, ne hacc, yani bugün İslam’ın Şartları olarak sayılan hiç biri yoktu. Bunlar, Muhammedin mesajı kurumsallaşıp, yani din olunca, bir anlamda kilise ve havra formuna kavuşunca oluşmuştur. Kim “İslam’ın Şartları” diye beş emir vaz etmişse İslam felsefesinin içine etmiştir. “İmanın Şartları” da öyledir. Her bir birey, vahyi birebir tecrübe etmediğine göre, aslında İmanın Şartı birdir: Muhammed ne diyorsa ona inanmak! Put Tanrılar afyon olarak kullanılmış, insanlar köleleştirilip meta haline getirilmişken El-İlah adına biri çıkıp “Kölelik düzeniniz batsın, Tanrılarınız da yalan, var ama tek bir Tanrı” diye haykırdığında yanında köleleri, itilmiş kakılmışları bulmuştu. Başkaldırı başarıya ulaşıp bir din olarak kurumsallaştığında, gelsin saraylar gitsin cariyeler! Üvey evladın karısıyla evlenmeler. Sonrasında Muaviye sarayları. Sonrasında itibar adına Ak-Saraylar falan. Münafık olmak neydi be usta?
* * * *
Ne mi anlatıyorum? Diyorum ki: Kendi içinizde tutarlı olun! Diyorum ki: Dinle ahlâk arasında doğrusal bir bağlantı kurarsanız, fena çuvallarsınız. Ahlâk, en çok da din olmadığı halde, hatta Tanrı olmadığı halde anlamlı olan bir insanlık erdemidir! Bir dine, bir ideolojiye, bir topluluğa ait hissettiğinizde bir kişilik sahibi olabilirsiniz, ama şahsiyet, kendinizi kendinizin inşa etmesidir.

Eğer Tanrı yoksa, eğer Cennet-Cehennem, eğer bakire huri vajinası yoksa her türlü işi yaparım derseniz homo olabilirsiniz ama homo homo sapiens, yani düşündüğü şey üzerine düşünen insan olamazsınız! Eğer, “Tanrı yoksa ahlâksız olabilirim” diyorsanız canınız Cehenneme! Kırkbin zebani karşılasın sizi…
* * * *

Kişilik ve şahsiyet meselesinden buralara nasıl geldim, ben de bilmiyorum. Anlayan, bana da anlatsın…

16 Kasım 2014 Pazar

CEHALET ÖLÜMÜDÜR BİR MİLLETİN


Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı, hayatının önemli bir kısmını cephelerde geçirmesine rağmen bir rivayete göre 4, bir rivayete göre 6 bin kitap okumuş, altlarını çizmiş, notlar düşmüştü. Mahallemizin 50 kitap bile okumamış imamı, at üzerinde silah çatarken binlerce kitap okuyana, "ya istiklal ya ölüm" deme cesareti göstermiş bir Türk kahramanına “ayyaş” deyip burun kıvırdığında, bindiği at üstünden atmıştı onu...

* * *

Genç, idealist, iyi okuyucu biriyken ve Platon’un “Devlet”ini okur iken; acaba bizim devlet adamlarımız bu tür metinleri okuyor mu diye düşünmüştüm. Oysa 2500 yıl önce yaşamış birinin “devlet” üzerine söyledikleri neden bizim için önemli olsun ki, değil mi ama?..

Yaklaşık 4 yıl bir siyasi liderin özel kaleminde görev yaptım. O göreve başlamadan, siyasi partilerin gece-gündüz çalışan, tüm siyasi fikirlerden ve dünyadan haberdar olan ve bunun üzerine siyasi proje üreten kadroları olduğunu zannederdim. Acı acı gördüm ki bırak dünyada ne olup bitiyor, neler yazılıp çiziliyor, Yüksek Seçim Kurulu’ndan gelen resmi belgeleri arşivlememişlerdi. O kadar ilgililerdi yaptıkları işe...

Kendi gözlerimle seyredip, kendi kulaklarımla dinlemesem “yok canım, o kadar da olmaz artık” diyebilirdim, ama gördüm ve işittim. Çıktığı canlı yayında, okuduğu yazarlar sorulduğunda Necip Fazıl —NiFaK— dedi, ikinci bir isim sayamadı. Ve o adam sonra Türk cumhuruna REİS oldu iyi mi?..

İbn-i Haldun’u okumamıştı, Montesquieu’yu, belki de bir şarap markası zannettiği için uzak durmuştu. Rousseau'dan bahsedilse bir futbolcu ismi zannedebilirdi. Ömer Hayyam gökbilimci değil belli ki sadece ayyaş bir küfürbaz, Darwin ise şeytanın ortağı bir kâfirdi. Nesimi değil mi ki bir Kızılbaş, Shakespare züppenin tekiydi. “İnsan, düşünen bir hayvandır” diyen Descartes hadi dinimize küfretmişti diyelim; ama “İnsan, isyan eden varlıktır”ın felsefesini yapan Nurettin Topçu’ya da mesafeliydi. Niyazi Berkes dindar olmadığı için uzak durulmuş, kindar olduğu için fesli meczubun yakın tarih sayıklamalarıyla yetinilmişti…

Antikler orada kalsın; ne bilim felsefesi için okunmazsa olmaz David Hume okumuştu, ne de ahlak felsefesi üzerine Immanuel Kant. Hadi onlar gâvurdu, Hilmi Z. Ülken’in “Aşk Ahlakı”nı okudu diyen RTE kılı çıkarsa, yalancının önde gidenidir… Nizam’ül Mülk’ü eğer duydu ise, harflerine bakarak yanlış anladığına şüphe yok. Nizam’ı TOMA, mülk’ü Ak-Saray zannetmiştir…

Sahih midir değil midir bilmiyorum ama neticede söylenmiştir: Nasıl iseniz, öyle yönetilirsiniz! Öyle mi olmalı? Elbette hayır. Gel gör ki “Bilgeler yönetmeli” diyen filozoflar öleli çok oldu. “İşi ehline veriniz” diyen peygamberler de gitti. Millet, onları dinlemediği için kaldı kendi ortalamasına. Cumhur, cahilliğini övünülecek bir durum sayıyor ve cehaletiyle övünüyorsa, demedi demeyin; yıkımı kaçınılmazdır. Çünkü Sokrates’ten Atatürk’e, Bilge Kağan’dan Muhammed’e, hepsi de der ki: Cehalet en acı ölümüdür bir milletin!..


11 Kasım 2014 Salı

KOMÜNİSTLİK HİKÂYESİ - II

Seyahat edenler bilirler, Ankara Metrosunda boyu benden biraz kısaların asla uzanamayacağı yükseklikte sarı bir alarm şeridi vardır. Bu şerit boydan boya uzanarak acayip bir güven hissi verir insana. Gören, dünyanın en önemli icatlarından biri sanır. Öyle olmadığı tecrübeyle sabittir efendim…

Sene 2001. Kızılay’dan bindim Batıkent üzerinden Eryaman’a gidiyorum. Yenimahalle istasyonunda, 6-7 yaşlarında bir çocuk tam kapılar kapanırken binebilmiş ve hemen feryat figan etmeye başlamıştı. Çığlıklar atıyor, gözyaşlarına boğuluyordu. Çocuğu tam göremiyordum ama bir kadın, “kolu arada kaldı sanırım” deyince uzanıp o sarı sarı uzanan ve içimi güvenle kaplayan alarma bastım. Tren durur, çocuk acıdan kurtulur, ben de “insaniyet namına” bir elif miktarı bir şeyler yapmış olurdum icabında. Tren durmadı. Ben nasıl bir sistem diye düşünüp olağan küfür yiyici İ. Melih’e küfürler savuruyorum. Gittikçe hızlanan trenciğimiz Demetevler durağında olağan duruşunu sergiledi. Kapılar açılınca zeballah gibi 5 güvenlikçi girdi ve 2001 yılının en can alıcı sorusunu sordu: “Alarma kim bastı?” Ödülünde falan değilim ama, gene de nefsime yenik düşüp büyük bir gururla “Ben!” dedim. “Sen gel hele gardaş” dediler. Cevap: “Teşekkür ederim, acelem var.” Efendim meğer bu bir ukalalıkmış. “La gardaş niye bastın alarma?” Iımm soru sahih. İşte “şöyle olurken böyle oldu, çocuk falan, ben de bastım ki tren dursun…” Meğer kol veya başka organ kapıya sıkışır, kapı kapanmazsa tren zaten hareket etmezmiş. Oo alâ. Mesele neymiş peki? Çocuk binmiş, annesi binemeyince, korku ve panik yapmış çocuk…

– Hadi gardaş gel bizimle!
– Gelemem gardaş acelem var. Madem çocukta da bir şey yok, o halde sorun da yok.
– Gomünist misin la sen? Gel diyorsak geleceksin!

Vay arkadaş; bizzat İ. Melih mi eğitmiş bunları, doğaları gereği böyleler de İ. Melih özel mi arayıp bulmuş, düşünüyorum hızlı hızlı…

– Komünistlikle nasıl alaka kurdun bilmiyorum ama gelmiyorum gardaş laa!

Lafın delikanlısı olmak kolaydır. İki zeballah koluna girince nasıl da tıpış tıpış gidiyorsun… Bütün bunlar olurken o kadar insan içinde biri de çıkıp “ne var ki la gardaşlar, tutun ki adamın canı çekti bir kerecik bastı” demedi. Hatta eminim ki arkamdan treni geciktirdim diye küfretmişlerdir… Bu gardaşların zula bir yerde odaları varmış, çektiler beni oraya. Bir de amirleri varmış bu la gardaşların. Amir sordu:

– Bu mu basmış?
– He amirim. Sanırım gomünist.
– Niye bastın?
– Dıgıl mıgıl muf (tekrar anlattım yani).
– Bak gardaş, sadece acil durumlarda basılır o alarma!
– Benim için çok acildi vallaha. Nedir ki acil durum?
– Ya işte, silahlı saldırı falan olur öyle basarsın.
– La abi ben manyak mıyım silahlı saldırı olduğunda oraya tırmanayım? Madem onu düşünmüşsünüz aşağıya falan koysaydınız.
– Belli, bu kesin gomünist (yanındakine bakarak).
– Sen hele kimliğini ver gardaş!
– Yahu benim işim gücüm var. Atom bombası mı attık da bu sorgu sual?
– Zorluk çıkarma gardaş, ver hele ver.
– Çok tutacaksanız çay söyleyin bari.

Çok sayılır mı bilmem, 1 saatçik tuttular, üstelik çay da ısmarlamadılar. Yalancıktan bir sürü yere telefon ettiler, GBT’me baktırdılar falan… Uğurlarken amirimden hayatımın öğüdünü aldım:

– Bak gardaş, böyle dik kafalı, anarşist kafalı olmayın. Memleketinizi sevin. Gomünistlikten kime ne hayır gelmiş Allahesen?..


KOMÜNİSTLİK HİKÂYESİ - I

Askere gittiğimizde, kısa dönemleri bir köşede biriktirip biriktirip yeterli görünce bir otobüse doldurdular. Kısa dönemler içinde en yaşlısı bendim, ama hiç nezaket yok ki bebelerde, geçip doldurdular bankları. Evet, koltuk değil, bank vardı. Herkes bindikten sonra bir uzman çavuş girdi ve gözüne kestirdiği birine –sonra öğrendik ki adam savcı imiş– “sen kalk bakayım” dedi. Adam da kuzu kuzu kalktı ve uzman çavuş geçti oturdu. Ben duramadım tabii, “Niye kalkıyorsun? Ve sen, sen niye kaldırıyorsun çocuğu?” Önce şaşıran çavuş “Sen komünist misin kardeşim?” demez mi? “Nereden öğrendin komünizmi bilmiyorum ama buysa, evet komünistim” dedim...

Koca adamları akşamları toplayıp çoğu zaman bir astsubayın verdiği seminerlere mahkûm ediyorlardı. Bir akşam, şimdi konusunu hatırlayamadığım tarihi bir olayı anlatırken, ben yine dayanamadım ve “Bu anlattığınız yanlış. Şu şu kaynaklarda da gösterildiği gibi olay öyle olmamıştır” deyiverdim. Hay diline eşşek arısı sokasıca, bırak ders bitsin, git yat. Sana ne laa!? Astsubay Başçavuşumuz çok güzel verdi ağzımın payını: “Yavrum sen komünist misin?” Ne diyeceğim ki şimdi? “Ne alakası var?” İyi oldu bu sorum aslında, çünkü “sen çık dersten” dendi ve gidip bir güzel uyudum... O kısa dönem arkadaşlar her defasında “başımızı fena ağrıtacaksın” diye hep kıl oldular bana...

Dağıtım olduk ve Tugay Karargâh Bölüğüne verdiler. Görev olarak da Harekât Şubede yazıcı. Tekmil verip kendimi tanıttım. Kurmay Albay memleketimi, mezun olduğum okulu sordu ve cevapladım. “Vaay, demek komünistsin öyle mi?” Bir daha olması enteresan geldi bana. Noluyor lan! Bunlara burada ne yediriyorlar acaba? diye düşünürken, “Nereden çıkardınız komutanım?” demiş bulundum. “Benim kardeşim de Mülkiyeli oğlum. Biliyorum, hepiniz komünistsiniz!” Ardından bölük komutanını aradı ve “komünist yazıcı istemiyorum, yenisini gönder” deyip kapattı... Neyse, bölük komutanı da kıl ya, ben gene de iki hafta orada yazıcılık yaptım; hikâyesi uzun. Sonra Maliye Bütçe Şube Müdürlüğüne geçtim...

Komünist olmam perçinlendi. Sekiz ay boyunca bütün Tugay'da en azılı komünist olarak tanınan ben, hiç gocunmadım bu işten. Çok da işime yaradı böyle bilinmek... Uzun dönem yakın bir arkadaşımla aynı gün terhis olunca Ağrı'dan Erciş'e beraber geçtik ve arkadaş bir kaç gün misafirimiz oldu. Yedi sülalemin ülkücü, yer yer de dindar olduğunu görünce “Abi sen komünist değil miydin? Ben sandım ki aileden geliyor bu komünistlik.” Ne desem ki? “Boş ver abi, gel bahçeye gidip bir semaver çayı içelim.” İsmini vermiyorum, ama mutlaka okuyacaktır bu yazıyı. Öpüyorum seni kardeşim...


5 Kasım 2014 Çarşamba

BUYUR BURADAN YAK DİNİNİ


Bir vidyo paylaştım feysbuk sayfamda. Bazı allameler “din” anlatıyorlardı. Paylaştığım bu vidyodan ötürü arkadaşın biri özelden yazmış: “Bunlar dinimizde yok. Bu aptallar söyledi diye bu hurafeler dindir diyemeyiz.”

Ben de naçizane yazdım:
Bunlar bal gibi de dinin söyledikleridir! Din, kurumsal bir kimlik olarak yaşayan canlı bir organizmadır sevgili abiciğim. Tarihsel süreç içinde şekillenmiş bir inanç ve o inancı fiili olarak icra etmeyi içerir. Haa “Dinin aslı Kur’an’dır ve Kur’an’da bunlar yok, sonrakilerin uydurması” diyorsan hesaplaşmanı benimle değil “din adamı” diye piyasada gezenlerle yap lütfen… Vatikan’dan bağımsız bir Hıristiyanlık düşünebiliyor musun? Peki Müslümanların tarih boyunca yapıp etmelerinden, söylediklerinden bağımsız bir İslam nasıl olabilir? Muaviye’den bağımsız bir İslam siyasi tarihi veya Gazali’den bağımsız bir İslam felsefe tarihi düşünebiliyor musun? Din, zaten kurumsallaşmış bir inanç sistemidir. “İslam’da şu yok, İslam’da bu yok” diyorsan fenafillah olmuşsun demektir. Kurumsallaşmış bir süreç olarak dinde çağın aklının gerektirdiği şeyler yok diye kıvırtmayalım lütfen. Genel olarak dinde, özel olarak İslam’da kölelik vardır, cariyelik vardır, kadına şiddet vardır, kelle kesmek ve haraç kesmek vardır… Okuduğunu bildiğim için söylüyorum, çünkü ben okutmuştum, “Tarihselciliğin Sefaleti”ni okuyup kendinizi alleme bellemeyin. O kitabın kendisi bile tarihseldir.

Sorun şurada: Türklerin Müslümanlık anlayışı, Arapların ve Farisilerin Müslümanlık anlayışını önemli ölçüde aşıyor. Defalarca söyledim ama anlamamakta ısrar ediyorsunuz. “İslam bu değil! Gerçek din bu değil” diye yeri göğü inletmenizi, o beğenmediğiniz LAİK CUMHURİYET’e borçlusunuz. Bakın Arap ülkelerine, “radikal” İslamcı İŞID’ına, El-Kaidesine, falan filanına… neden sizin gibi değiller veya siz onlar gibi değilsiniz?..

Bin yıl öncesinin Karahanlılarından sonra ilk defa Kur’an’ı Türkçeye Elmalı Hamdi marifetiyle çevirten ve “buyurun buradan öğrenin” diyen beğenmediğiniz ATATÜRK’tür…

Ayrıca şunu da söyleyip kapatayım meseleyi: Kadını, “EŞ” değil de “çocuk yumurtlayacak bir makina”, bir “KARI” gören her din, her kültür, her medeniyet çöplüğe çevrilmeye mahkûmdur…


3 Kasım 2014 Pazartesi

MÜEYYİDE İYİDİR


Devletin resmi aracına sahte plaka takıp seçim propagandası yapmanın cezai müeyyidesi? Yok. Çünkü bunu gören millet koşarak oy verdi o kaçak plakaya. Eski Türkiye olsaydı maazallah sandık dediğin sallardı birkaç puan. Yeni Türkiye'ye hamdolsun, allayıp pullayıp paklıyor sandık mübareği.

İş adamlarını kucağa oturtmanın cezai müeyyidesi? Yok. Çünkü paralel telefondan dinlemişler ve paralel işini sevmiyoruz. Teğet falan olaydı neyse.

ABD çuval geçirmiş, yetirmemiş dinlemiş; Almanya dinlemiş. Hiç olmazsa doremi kıvamında bir müeyyide? Yok. Çünkü büyük devlet dediğin küçüğünü dinler abiciğim.

Savcıların çağrısına direnmenin müeyyidesi? Hiç de bile. Gerekirse yasa çıkarırız. Heyyt bee.

Memura rüşvet vermenin müeyyidesi? Yok. Çünkü, rahmetli babasının sözünü dinlemiş, orospuya verildiği gibi peşin vermiş.

Her Cuma Google'dan iki "vela entüm ma ağbüd" sallamanın müeyyidesi? Yok. Çünkü bu Bakara iyi makara.

Sit alanına kaçak asri piramit dikmenin cezai müeyyidesi? Yok. Çünkü müeyyidenin gücü yetmiyor. Büyüsün de gelsin cancağızım.

Teröristlerle görüşecek kadar namussuz şerefsiz olunmadığı halde çözülüm sürecini yürütmenin müeyyidesi? Yok. Çünkü devlet görüşüyor. Devlet dediğin de şerefsiz olmayacağına göre...

(...)

Ee hukuk sisteminin böyle tıkır tıkır şerefiyle işlediği bir ülkede, Cumhurun sandıktan çıkmış başı geçerken oradan, fosur fosur çekersen tütünü yersin zılgıtı. Cezai müeyyidesi olduğu halde yapıyorsan, suçtur arkadaş! Hiç mi hak hukuk öğretmiyor şu ebeveynleriniz anlamadım ki?..


1 Kasım 2014 Cumartesi

PAZAR EKONOMİSİ


Arkadaş dedi ki, “bırak şu ülkeyi adam etme, aydınlatma işlerini. Gel ticaret yapalım.” “Biliyorum, beceremem” dedim ve aklıma çok eski yıllar geldi…

“Çalışacağım, iş bulmam lazım” diye tutturduğumda yaş 12 idi. Dayım da o yaz işsizdi ve abimin arkadaşından ödünç aldığımız bir teraziyle pazarda sebze satmaya başladık. İkimiz de zerre anlamıyoruz bu işlerden. En kaliteli malı alıp köşede bekliyoruz biri gelir de alır diye. El alem çürük malı daha öğlen olmadan kasa kasa satıp bitiriyor. Ama biz akşam olduğunda cillop gibi domatesleri eve götütüp menemen yapıyoruz falan… “Geeel vatandaş” diyemiyoruz bir türlü. Kimseyi kolundan tutup çekemiyoruz da tevazudan geberecek standımıza, utanıyoruz. Dayım sigara üstüne sigara yakarken, –mal mal derler gerçi ya, ben saf saf diyeyim– onu seyrediyorum sabrına hayranlıkla. İki hafta ancak dayanabildik pazar koşullarına. O gün değil ama serbest piyasa ekonomisinin bana göre olmadığını, rekabet işinin bir karakter işi olduğunu sonradan anlayacaktım…

Teraziyi geri verdik. Birkaç gün boş boş takılırken Dayım çıkageldi ve bir evin boya işini aldığını müjdeledi. Boya dediğim de bildiğiniz badana. Pazardan kazandığımız iki kuruşu fırça işine yatırdık… Dayım, “kirece su dök, karıştır” deyip sigara almaya çıktı. Taş kirecin üstüne döktüm suyu, “Pazar ekonomisi”nden kazandığımız ve portföy yönetimi yapamayacağımız miktardaki parayı (bütün yumurtaları tek sepete koyduk, çünkü tek yumurtamız vardı) yatırdığımız fırça gözlerimin önünde eridi, gitti. Abimin, septik kuyusuna her yıl neden kireç döktüğünü o zaman anlamıştım. Dayım döndüğünde kıçımın üstüne öylece yığılmış ağlıyordum. Bütün yumurtaları tek sepete koymuştum ve o sepetteki tek yumurtamızı kırmıştım! Saçımın okşandığını hatırlıyorum…

Her zaman olmasa da sürpriz yapar hayat insana. Üniversite öğrencisi iken de yaptım boyacılık. Kireç, plastik, yağlı boya çeşitlerine vakıf oldum zamanla. Villasını boyadığım çift memnun kalınca, dışarıdaki [demir] çitleri de boyar mıyım diye sordular: “Elbette!” Çektim yağlı boyayı, geçtim. Birkaç gün sonra beni buldular ve boyaların döküldüğünü söylediler. Dökülmesi normaldi, çünkü ben bildiğimi zannettiğim bir işte fahiş hata yapmıştım; zımpara, anti-pas ve astar çekmeden yağlı boyayı çekmiş geçmiştim demirin üstüne…

Ne mi anlatıyorum? Hiç! yaşanmış hikâyeler sadece. Bireysel olarak söylemek gerekirse; boya yapmayı biliyorum, ama yanlış yaparak öğrendim. Yanlışlarımdan utandım, yeri geldi ağladım...

Genel olarak söylersem; bugün, bu saatte ülke yönetenler hiç utanmıyor, hiç yüzleri kızarmıyor. Yaptıkları yanlışların muhasebesini yapmıyor. “Pazar ekonomisi”ne o kadar entegre olmuşlar ki “geeel vatandaş” deyip %50’yi götürebiliyorlar… Yazık mı bu millete? Henüz emin değilim!..