16 Kasım 2014 Pazar

CEHALET ÖLÜMÜDÜR BİR MİLLETİN


Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı, hayatının önemli bir kısmını cephelerde geçirmesine rağmen bir rivayete göre 4, bir rivayete göre 6 bin kitap okumuş, altlarını çizmiş, notlar düşmüştü. Mahallemizin 50 kitap bile okumamış imamı, at üzerinde silah çatarken binlerce kitap okuyana, "ya istiklal ya ölüm" deme cesareti göstermiş bir Türk kahramanına “ayyaş” deyip burun kıvırdığında, bindiği at üstünden atmıştı onu...

* * *

Genç, idealist, iyi okuyucu biriyken ve Platon’un “Devlet”ini okur iken; acaba bizim devlet adamlarımız bu tür metinleri okuyor mu diye düşünmüştüm. Oysa 2500 yıl önce yaşamış birinin “devlet” üzerine söyledikleri neden bizim için önemli olsun ki, değil mi ama?..

Yaklaşık 4 yıl bir siyasi liderin özel kaleminde görev yaptım. O göreve başlamadan, siyasi partilerin gece-gündüz çalışan, tüm siyasi fikirlerden ve dünyadan haberdar olan ve bunun üzerine siyasi proje üreten kadroları olduğunu zannederdim. Acı acı gördüm ki bırak dünyada ne olup bitiyor, neler yazılıp çiziliyor, Yüksek Seçim Kurulu’ndan gelen resmi belgeleri arşivlememişlerdi. O kadar ilgililerdi yaptıkları işe...

Kendi gözlerimle seyredip, kendi kulaklarımla dinlemesem “yok canım, o kadar da olmaz artık” diyebilirdim, ama gördüm ve işittim. Çıktığı canlı yayında, okuduğu yazarlar sorulduğunda Necip Fazıl —NiFaK— dedi, ikinci bir isim sayamadı. Ve o adam sonra Türk cumhuruna REİS oldu iyi mi?..

İbn-i Haldun’u okumamıştı, Montesquieu’yu, belki de bir şarap markası zannettiği için uzak durmuştu. Rousseau'dan bahsedilse bir futbolcu ismi zannedebilirdi. Ömer Hayyam gökbilimci değil belli ki sadece ayyaş bir küfürbaz, Darwin ise şeytanın ortağı bir kâfirdi. Nesimi değil mi ki bir Kızılbaş, Shakespare züppenin tekiydi. “İnsan, düşünen bir hayvandır” diyen Descartes hadi dinimize küfretmişti diyelim; ama “İnsan, isyan eden varlıktır”ın felsefesini yapan Nurettin Topçu’ya da mesafeliydi. Niyazi Berkes dindar olmadığı için uzak durulmuş, kindar olduğu için fesli meczubun yakın tarih sayıklamalarıyla yetinilmişti…

Antikler orada kalsın; ne bilim felsefesi için okunmazsa olmaz David Hume okumuştu, ne de ahlak felsefesi üzerine Immanuel Kant. Hadi onlar gâvurdu, Hilmi Z. Ülken’in “Aşk Ahlakı”nı okudu diyen RTE kılı çıkarsa, yalancının önde gidenidir… Nizam’ül Mülk’ü eğer duydu ise, harflerine bakarak yanlış anladığına şüphe yok. Nizam’ı TOMA, mülk’ü Ak-Saray zannetmiştir…

Sahih midir değil midir bilmiyorum ama neticede söylenmiştir: Nasıl iseniz, öyle yönetilirsiniz! Öyle mi olmalı? Elbette hayır. Gel gör ki “Bilgeler yönetmeli” diyen filozoflar öleli çok oldu. “İşi ehline veriniz” diyen peygamberler de gitti. Millet, onları dinlemediği için kaldı kendi ortalamasına. Cumhur, cahilliğini övünülecek bir durum sayıyor ve cehaletiyle övünüyorsa, demedi demeyin; yıkımı kaçınılmazdır. Çünkü Sokrates’ten Atatürk’e, Bilge Kağan’dan Muhammed’e, hepsi de der ki: Cehalet en acı ölümüdür bir milletin!..


11 Kasım 2014 Salı

KOMÜNİSTLİK HİKÂYESİ - II

Seyahat edenler bilirler, Ankara Metrosunda boyu benden biraz kısaların asla uzanamayacağı yükseklikte sarı bir alarm şeridi vardır. Bu şerit boydan boya uzanarak acayip bir güven hissi verir insana. Gören, dünyanın en önemli icatlarından biri sanır. Öyle olmadığı tecrübeyle sabittir efendim…

Sene 2001. Kızılay’dan bindim Batıkent üzerinden Eryaman’a gidiyorum. Yenimahalle istasyonunda, 6-7 yaşlarında bir çocuk tam kapılar kapanırken binebilmiş ve hemen feryat figan etmeye başlamıştı. Çığlıklar atıyor, gözyaşlarına boğuluyordu. Çocuğu tam göremiyordum ama bir kadın, “kolu arada kaldı sanırım” deyince uzanıp o sarı sarı uzanan ve içimi güvenle kaplayan alarma bastım. Tren durur, çocuk acıdan kurtulur, ben de “insaniyet namına” bir elif miktarı bir şeyler yapmış olurdum icabında. Tren durmadı. Ben nasıl bir sistem diye düşünüp olağan küfür yiyici İ. Melih’e küfürler savuruyorum. Gittikçe hızlanan trenciğimiz Demetevler durağında olağan duruşunu sergiledi. Kapılar açılınca zeballah gibi 5 güvenlikçi girdi ve 2001 yılının en can alıcı sorusunu sordu: “Alarma kim bastı?” Ödülünde falan değilim ama, gene de nefsime yenik düşüp büyük bir gururla “Ben!” dedim. “Sen gel hele gardaş” dediler. Cevap: “Teşekkür ederim, acelem var.” Efendim meğer bu bir ukalalıkmış. “La gardaş niye bastın alarma?” Iımm soru sahih. İşte “şöyle olurken böyle oldu, çocuk falan, ben de bastım ki tren dursun…” Meğer kol veya başka organ kapıya sıkışır, kapı kapanmazsa tren zaten hareket etmezmiş. Oo alâ. Mesele neymiş peki? Çocuk binmiş, annesi binemeyince, korku ve panik yapmış çocuk…

– Hadi gardaş gel bizimle!
– Gelemem gardaş acelem var. Madem çocukta da bir şey yok, o halde sorun da yok.
– Gomünist misin la sen? Gel diyorsak geleceksin!

Vay arkadaş; bizzat İ. Melih mi eğitmiş bunları, doğaları gereği böyleler de İ. Melih özel mi arayıp bulmuş, düşünüyorum hızlı hızlı…

– Komünistlikle nasıl alaka kurdun bilmiyorum ama gelmiyorum gardaş laa!

Lafın delikanlısı olmak kolaydır. İki zeballah koluna girince nasıl da tıpış tıpış gidiyorsun… Bütün bunlar olurken o kadar insan içinde biri de çıkıp “ne var ki la gardaşlar, tutun ki adamın canı çekti bir kerecik bastı” demedi. Hatta eminim ki arkamdan treni geciktirdim diye küfretmişlerdir… Bu gardaşların zula bir yerde odaları varmış, çektiler beni oraya. Bir de amirleri varmış bu la gardaşların. Amir sordu:

– Bu mu basmış?
– He amirim. Sanırım gomünist.
– Niye bastın?
– Dıgıl mıgıl muf (tekrar anlattım yani).
– Bak gardaş, sadece acil durumlarda basılır o alarma!
– Benim için çok acildi vallaha. Nedir ki acil durum?
– Ya işte, silahlı saldırı falan olur öyle basarsın.
– La abi ben manyak mıyım silahlı saldırı olduğunda oraya tırmanayım? Madem onu düşünmüşsünüz aşağıya falan koysaydınız.
– Belli, bu kesin gomünist (yanındakine bakarak).
– Sen hele kimliğini ver gardaş!
– Yahu benim işim gücüm var. Atom bombası mı attık da bu sorgu sual?
– Zorluk çıkarma gardaş, ver hele ver.
– Çok tutacaksanız çay söyleyin bari.

Çok sayılır mı bilmem, 1 saatçik tuttular, üstelik çay da ısmarlamadılar. Yalancıktan bir sürü yere telefon ettiler, GBT’me baktırdılar falan… Uğurlarken amirimden hayatımın öğüdünü aldım:

– Bak gardaş, böyle dik kafalı, anarşist kafalı olmayın. Memleketinizi sevin. Gomünistlikten kime ne hayır gelmiş Allahesen?..


KOMÜNİSTLİK HİKÂYESİ - I

Askere gittiğimizde, kısa dönemleri bir köşede biriktirip biriktirip yeterli görünce bir otobüse doldurdular. Kısa dönemler içinde en yaşlısı bendim, ama hiç nezaket yok ki bebelerde, geçip doldurdular bankları. Evet, koltuk değil, bank vardı. Herkes bindikten sonra bir uzman çavuş girdi ve gözüne kestirdiği birine –sonra öğrendik ki adam savcı imiş– “sen kalk bakayım” dedi. Adam da kuzu kuzu kalktı ve uzman çavuş geçti oturdu. Ben duramadım tabii, “Niye kalkıyorsun? Ve sen, sen niye kaldırıyorsun çocuğu?” Önce şaşıran çavuş “Sen komünist misin kardeşim?” demez mi? “Nereden öğrendin komünizmi bilmiyorum ama buysa, evet komünistim” dedim...

Koca adamları akşamları toplayıp çoğu zaman bir astsubayın verdiği seminerlere mahkûm ediyorlardı. Bir akşam, şimdi konusunu hatırlayamadığım tarihi bir olayı anlatırken, ben yine dayanamadım ve “Bu anlattığınız yanlış. Şu şu kaynaklarda da gösterildiği gibi olay öyle olmamıştır” deyiverdim. Hay diline eşşek arısı sokasıca, bırak ders bitsin, git yat. Sana ne laa!? Astsubay Başçavuşumuz çok güzel verdi ağzımın payını: “Yavrum sen komünist misin?” Ne diyeceğim ki şimdi? “Ne alakası var?” İyi oldu bu sorum aslında, çünkü “sen çık dersten” dendi ve gidip bir güzel uyudum... O kısa dönem arkadaşlar her defasında “başımızı fena ağrıtacaksın” diye hep kıl oldular bana...

Dağıtım olduk ve Tugay Karargâh Bölüğüne verdiler. Görev olarak da Harekât Şubede yazıcı. Tekmil verip kendimi tanıttım. Kurmay Albay memleketimi, mezun olduğum okulu sordu ve cevapladım. “Vaay, demek komünistsin öyle mi?” Bir daha olması enteresan geldi bana. Noluyor lan! Bunlara burada ne yediriyorlar acaba? diye düşünürken, “Nereden çıkardınız komutanım?” demiş bulundum. “Benim kardeşim de Mülkiyeli oğlum. Biliyorum, hepiniz komünistsiniz!” Ardından bölük komutanını aradı ve “komünist yazıcı istemiyorum, yenisini gönder” deyip kapattı... Neyse, bölük komutanı da kıl ya, ben gene de iki hafta orada yazıcılık yaptım; hikâyesi uzun. Sonra Maliye Bütçe Şube Müdürlüğüne geçtim...

Komünist olmam perçinlendi. Sekiz ay boyunca bütün Tugay'da en azılı komünist olarak tanınan ben, hiç gocunmadım bu işten. Çok da işime yaradı böyle bilinmek... Uzun dönem yakın bir arkadaşımla aynı gün terhis olunca Ağrı'dan Erciş'e beraber geçtik ve arkadaş bir kaç gün misafirimiz oldu. Yedi sülalemin ülkücü, yer yer de dindar olduğunu görünce “Abi sen komünist değil miydin? Ben sandım ki aileden geliyor bu komünistlik.” Ne desem ki? “Boş ver abi, gel bahçeye gidip bir semaver çayı içelim.” İsmini vermiyorum, ama mutlaka okuyacaktır bu yazıyı. Öpüyorum seni kardeşim...


5 Kasım 2014 Çarşamba

BUYUR BURADAN YAK DİNİNİ


Bir vidyo paylaştım feysbuk sayfamda. Bazı allameler “din” anlatıyorlardı. Paylaştığım bu vidyodan ötürü arkadaşın biri özelden yazmış: “Bunlar dinimizde yok. Bu aptallar söyledi diye bu hurafeler dindir diyemeyiz.”

Ben de naçizane yazdım:
Bunlar bal gibi de dinin söyledikleridir! Din, kurumsal bir kimlik olarak yaşayan canlı bir organizmadır sevgili abiciğim. Tarihsel süreç içinde şekillenmiş bir inanç ve o inancı fiili olarak icra etmeyi içerir. Haa “Dinin aslı Kur’an’dır ve Kur’an’da bunlar yok, sonrakilerin uydurması” diyorsan hesaplaşmanı benimle değil “din adamı” diye piyasada gezenlerle yap lütfen… Vatikan’dan bağımsız bir Hıristiyanlık düşünebiliyor musun? Peki Müslümanların tarih boyunca yapıp etmelerinden, söylediklerinden bağımsız bir İslam nasıl olabilir? Muaviye’den bağımsız bir İslam siyasi tarihi veya Gazali’den bağımsız bir İslam felsefe tarihi düşünebiliyor musun? Din, zaten kurumsallaşmış bir inanç sistemidir. “İslam’da şu yok, İslam’da bu yok” diyorsan fenafillah olmuşsun demektir. Kurumsallaşmış bir süreç olarak dinde çağın aklının gerektirdiği şeyler yok diye kıvırtmayalım lütfen. Genel olarak dinde, özel olarak İslam’da kölelik vardır, cariyelik vardır, kadına şiddet vardır, kelle kesmek ve haraç kesmek vardır… Okuduğunu bildiğim için söylüyorum, çünkü ben okutmuştum, “Tarihselciliğin Sefaleti”ni okuyup kendinizi alleme bellemeyin. O kitabın kendisi bile tarihseldir.

Sorun şurada: Türklerin Müslümanlık anlayışı, Arapların ve Farisilerin Müslümanlık anlayışını önemli ölçüde aşıyor. Defalarca söyledim ama anlamamakta ısrar ediyorsunuz. “İslam bu değil! Gerçek din bu değil” diye yeri göğü inletmenizi, o beğenmediğiniz LAİK CUMHURİYET’e borçlusunuz. Bakın Arap ülkelerine, “radikal” İslamcı İŞID’ına, El-Kaidesine, falan filanına… neden sizin gibi değiller veya siz onlar gibi değilsiniz?..

Bin yıl öncesinin Karahanlılarından sonra ilk defa Kur’an’ı Türkçeye Elmalı Hamdi marifetiyle çevirten ve “buyurun buradan öğrenin” diyen beğenmediğiniz ATATÜRK’tür…

Ayrıca şunu da söyleyip kapatayım meseleyi: Kadını, “EŞ” değil de “çocuk yumurtlayacak bir makina”, bir “KARI” gören her din, her kültür, her medeniyet çöplüğe çevrilmeye mahkûmdur…


3 Kasım 2014 Pazartesi

MÜEYYİDE İYİDİR


Devletin resmi aracına sahte plaka takıp seçim propagandası yapmanın cezai müeyyidesi? Yok. Çünkü bunu gören millet koşarak oy verdi o kaçak plakaya. Eski Türkiye olsaydı maazallah sandık dediğin sallardı birkaç puan. Yeni Türkiye'ye hamdolsun, allayıp pullayıp paklıyor sandık mübareği.

İş adamlarını kucağa oturtmanın cezai müeyyidesi? Yok. Çünkü paralel telefondan dinlemişler ve paralel işini sevmiyoruz. Teğet falan olaydı neyse.

ABD çuval geçirmiş, yetirmemiş dinlemiş; Almanya dinlemiş. Hiç olmazsa doremi kıvamında bir müeyyide? Yok. Çünkü büyük devlet dediğin küçüğünü dinler abiciğim.

Savcıların çağrısına direnmenin müeyyidesi? Hiç de bile. Gerekirse yasa çıkarırız. Heyyt bee.

Memura rüşvet vermenin müeyyidesi? Yok. Çünkü, rahmetli babasının sözünü dinlemiş, orospuya verildiği gibi peşin vermiş.

Her Cuma Google'dan iki "vela entüm ma ağbüd" sallamanın müeyyidesi? Yok. Çünkü bu Bakara iyi makara.

Sit alanına kaçak asri piramit dikmenin cezai müeyyidesi? Yok. Çünkü müeyyidenin gücü yetmiyor. Büyüsün de gelsin cancağızım.

Teröristlerle görüşecek kadar namussuz şerefsiz olunmadığı halde çözülüm sürecini yürütmenin müeyyidesi? Yok. Çünkü devlet görüşüyor. Devlet dediğin de şerefsiz olmayacağına göre...

(...)

Ee hukuk sisteminin böyle tıkır tıkır şerefiyle işlediği bir ülkede, Cumhurun sandıktan çıkmış başı geçerken oradan, fosur fosur çekersen tütünü yersin zılgıtı. Cezai müeyyidesi olduğu halde yapıyorsan, suçtur arkadaş! Hiç mi hak hukuk öğretmiyor şu ebeveynleriniz anlamadım ki?..


1 Kasım 2014 Cumartesi

PAZAR EKONOMİSİ


Arkadaş dedi ki, “bırak şu ülkeyi adam etme, aydınlatma işlerini. Gel ticaret yapalım.” “Biliyorum, beceremem” dedim ve aklıma çok eski yıllar geldi…

“Çalışacağım, iş bulmam lazım” diye tutturduğumda yaş 12 idi. Dayım da o yaz işsizdi ve abimin arkadaşından ödünç aldığımız bir teraziyle pazarda sebze satmaya başladık. İkimiz de zerre anlamıyoruz bu işlerden. En kaliteli malı alıp köşede bekliyoruz biri gelir de alır diye. El alem çürük malı daha öğlen olmadan kasa kasa satıp bitiriyor. Ama biz akşam olduğunda cillop gibi domatesleri eve götütüp menemen yapıyoruz falan… “Geeel vatandaş” diyemiyoruz bir türlü. Kimseyi kolundan tutup çekemiyoruz da tevazudan geberecek standımıza, utanıyoruz. Dayım sigara üstüne sigara yakarken, –mal mal derler gerçi ya, ben saf saf diyeyim– onu seyrediyorum sabrına hayranlıkla. İki hafta ancak dayanabildik pazar koşullarına. O gün değil ama serbest piyasa ekonomisinin bana göre olmadığını, rekabet işinin bir karakter işi olduğunu sonradan anlayacaktım…

Teraziyi geri verdik. Birkaç gün boş boş takılırken Dayım çıkageldi ve bir evin boya işini aldığını müjdeledi. Boya dediğim de bildiğiniz badana. Pazardan kazandığımız iki kuruşu fırça işine yatırdık… Dayım, “kirece su dök, karıştır” deyip sigara almaya çıktı. Taş kirecin üstüne döktüm suyu, “Pazar ekonomisi”nden kazandığımız ve portföy yönetimi yapamayacağımız miktardaki parayı (bütün yumurtaları tek sepete koyduk, çünkü tek yumurtamız vardı) yatırdığımız fırça gözlerimin önünde eridi, gitti. Abimin, septik kuyusuna her yıl neden kireç döktüğünü o zaman anlamıştım. Dayım döndüğünde kıçımın üstüne öylece yığılmış ağlıyordum. Bütün yumurtaları tek sepete koymuştum ve o sepetteki tek yumurtamızı kırmıştım! Saçımın okşandığını hatırlıyorum…

Her zaman olmasa da sürpriz yapar hayat insana. Üniversite öğrencisi iken de yaptım boyacılık. Kireç, plastik, yağlı boya çeşitlerine vakıf oldum zamanla. Villasını boyadığım çift memnun kalınca, dışarıdaki [demir] çitleri de boyar mıyım diye sordular: “Elbette!” Çektim yağlı boyayı, geçtim. Birkaç gün sonra beni buldular ve boyaların döküldüğünü söylediler. Dökülmesi normaldi, çünkü ben bildiğimi zannettiğim bir işte fahiş hata yapmıştım; zımpara, anti-pas ve astar çekmeden yağlı boyayı çekmiş geçmiştim demirin üstüne…

Ne mi anlatıyorum? Hiç! yaşanmış hikâyeler sadece. Bireysel olarak söylemek gerekirse; boya yapmayı biliyorum, ama yanlış yaparak öğrendim. Yanlışlarımdan utandım, yeri geldi ağladım...

Genel olarak söylersem; bugün, bu saatte ülke yönetenler hiç utanmıyor, hiç yüzleri kızarmıyor. Yaptıkları yanlışların muhasebesini yapmıyor. “Pazar ekonomisi”ne o kadar entegre olmuşlar ki “geeel vatandaş” deyip %50’yi götürebiliyorlar… Yazık mı bu millete? Henüz emin değilim!..


31 Ekim 2014 Cuma

AÇLIKTANDIR ÖLDÜĞÜMÜZ


Dünya lideriyiz hamdolsun! Neyimiz eksik ki? Başucumuzda şehidimiz, yer altında asgari ücretlimiz. Eksik olmazlar ve “sağol”mazlar ikisi de…

Neyimiz eksik ki? Aylardır maaş vermese de, iki lokmayı çok görüp kârını maksimize edecek sermayedarımız. Gönlü de, cebi de Karun kadar zengin yöneticilerimiz. Firavuna nispet yapan saraylarımız. Yer altında ölenlerin hayalinde bile telaffuz edemeyeceği rakamlara mal ettiğimiz saraylarımız, orman öldürerek hem de. Dünya lideriyiz hamdolsun! Belli değil mi vahşi doğayı ehlileştirdiğimizden?

Dünya lideriyiz hamdolsun! Devlet, kendi açıkladığı açlık sınırı rakamlarının altında ücret vererek yer altına sokar insanını. Ölünce yerin altındaki yüzü kara, alnı ak; adı ak vicdanı kapkara Bakanı açıklama yapar: “Çok güzel öldüler.” Başbakanı açıklama yapar: “Ayaklar baş olursa kıyamet kopar”.

Dünya lideriyiz hamdolsun! “Geçmiş olsun”u eksik etmeyiz başına bir şey gelenin. İster Myanmar’da olsun, ister Filistin’de. Yeter ki Musul-Kerkük olmasın, Telafer olmasın gönülden çok uzakta. Dilimiz uzanır her yere hamdolsun. Yakınsa eğer yerin dibine girenlerimiz, ayaklarına kadar gideriz hatta. Her ne kadar 5 bin koruma götürsek ve kalbi dağlanmışları tekmelesek de, dünya lideriyiz hamdolsun!.. Ama olsun, çok duyguluyuzdur hamdolsun! Bakanımız iki gün üstüste aynı gömleği giydiği için gazetecimizin gözleri dolu dolu olur. Bazen ağlarız hatta “çok koşturuyor, eridi civanım” diye.

Uzatmanın anlamı yok. Biz buyuz! Dünyanın en küçük vicdanına sahip olsak da, değil mi ki dünyanın en büyük sarayı bizde? Dünya lideriyiz hamdolsun! Neyimiz eksik ki? Başucumuzda şehidimiz, yer altında asgari ücretlimiz.

Su baskınından mı öldüler zannediyorsunuz? Açlıktan öldüler göz göre göre. Saray düşkünü Firavunların açlığından!

Toplu madenci mezarı

29 Ekim 2014 Çarşamba

DARBE VAAAR


“Darbe yapacaklardı” deyip orduya darbe yaptılar. MİT’in başına bir astsubay emeklisini getirip generallerin o astsubaya tekmil vermesini sağladılar; MİT’e darbe yaptılar. Yetinmediler, muhalif gazetecileri ya içeri attılar, ya kovdurdular. Hep beraber, dedesi yaşındaki medya patronunu nasıl ağlattığını dinledik. Üç-dört az okunan gazete, bir-iki neredeyse seyredilmeyen teve dışında hepsi hazretin emrindeyken, AKP resmi yayın organı gibi yayın yaparken, “basının ne kadar da darbeci” olduğu algısını oluşturup basına darbe yaptılar. Hırsızlıkları ortaya çıkınca, çıkaran polisleri “darbe yapıyorlar” diye topladılar, topluyorlar. Teröristlerle “devlet” imişler gibi müzakere yapıp terör algısına darbe yaptılar. Teröristlerin oturulup anlaşılabilecek insanlar olduğu algısı oluşturup “terör” kavramına darbe yaptılar. Cari açık Cumhuriyet tarihi rekoru kırmışken “IMF’ye borç veriyoruz” yalanıyla ekonomi anlayışına darbe yaptılar. Sayacak çok şey var darbe yaptıkları. Din algısına da darbe yaptılar mesela. Şehit gelmemesini iyi bir şey gibi sunup “vatan” duygusuna darbe yaptılar mesela…


Her darbe yaptıklarında millet ne güzel şeyler yaptıklarını söyleyip alkışladı. Buldukları her platformda otuzaltı etnik unsur sayıp milletin birlik ve beraberliğine darbe yapmışlardı oysa... Yıllardır o kadar laf ettim ki, şimdi ne desem de kendi nefsime darbe yapsam acaba?..


12 Eylül 2014 Cuma

ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR

The Cemaat denen oluşuma hayatım boyunca muhalif oldum. Bunun şahidi hem o camiadan beni tanıyanlar, hem de yakın arkadaşlarımdır. İnançlarıyla, felsefi, siyasi, toplumsal anlayışlarıyla bir yakınlığım olmadığını en iyi onlar bilir.

Lakin o camianın bu aralar yaşadığı korkunç bir zulümdür. İnançları, felsefeleri, amaçları beni ilgilendirmiyor. Hukuki olarak bir zulümdür. Bir hukuk devletinde asla “cadı avı” olmaz. Zulüm kime yapılırsa yapılsın karşı çıkmamız gerekir… Bir vatandaş kanunlara mugayir iş yaptığında cezalandırılır. Devletin kendisi yaptığında ne olacak? Devleti yönetenler kendi yolsuzluklarını örtmek için bir gecede istediği yasaları çıkardığında? Danıştay kararlarını, Sayıştay kararlarını takmadığında? Anayasa Mahkemesine saldırdığında? Yürütmenin başı mahkeme kararı için “güçleri yetiyorsa gelip yıksınlar” dediğinde?

Kimin neye inandığı, nasıl bir Tanrı’ya inandığı, hangi usuller çerçevesinde “ibadet” ettiği beni ilgilendirmiyor! Herkesin Tanrısı kendisine. Ama toplumsal bir yaşam içinde isek eğer, bir ülke, bir devlet olma iddiamız varsa, herkesin tabi olması gereken bir hukuk sistemi olması gerekir. Alabildiğine cahil, alabildiğine kifayetsiz ve alabildiğine muhteris bir adamın lafının üzerine laf edilememesidir bugün yaşadığımız.


Bedevi veya avcı toplayıcı veya göçebe bir tarihe geri dönmek isteyenler dönsünler, ben dönmezem geldiğim bu özümden…

11 Eylül 2014 Perşembe

ORADAN BURADAN / ORTAYA KARIŞIK


İktisatta, “Değer Paradoksu” diye bir kavram vardır. “Elmas-Su Paradoksu” olarak da bilinir ve kısaca şöyle ifade edilir: Hayatî hiçbir şey sunmayan elmasın pahalılığı ile doğanın sunduğu ve o olmazsa olamayacağımız/yaşayamayacağımız suyun ucuzluğu arasındaki ilişki bir paradokstur... Adam Smith bunu “kullanım değeri” ve “değişim değeri” olarak ifade etmişti. Sonradan gelen birçok iktisatçı Smith’in yanıldığını söyledi. Ancak yaşamı sağlayan şey ile onu satın almaya yarayan algı arasındaki ilişkide oniki’den vurmuştu Smith...

1. Türkiye’de elmasın KDV’si yüzde sıfırdır ve elmas yiyerek hayatta kalamazsınız. Lokantada yediğiniz bütün yemeklere ise yüzde 18 KDV ödüyorsunuz, yaptığınız tatlılara koyduğunuz şekere 18 ödüyorsunuz. İçtiğiniz süte yüzde 8 ödüyorsunuz, çektiğiniz sifondan akan suya 8 ödüyorsunuz...

2. Değişim değeri, aslında bir algı meselesidir. Elmas hayatta kalmak için size hiçbir şey sunmaz. Diyelim ki çiftçi buğday, domates ve sair şeyler ekmese, hayvanları besleyip size süt, yoğurt göndermese, “elmas yer hayatta kalırım” diyebileceğiniz bir durum yoktur. Açıkçası, açlıktan ölürsünüz! İşte, bu değişim değeri üzerine oluşturulan algı, her şeyi satın alabileceğini düşündüren durumdur AKP. Varoluşuna hiçbir temel sağlamadığı, hayatına hiçbir katma değer katmadığı halde milletin elmas zannettiği, oysa rengine dikkat kesilse, kokusuna dikkat kesilse o zandan vazgeçeceği, milletin hayatta kalması için gerçek bir değer üretmeyen bir illüzyon çılgınlığıdır!.. Ülkenin ve milletin bütünlüğü müzakere edilirken nasıl da serpilip “Muhteşem Osmanlı” olacağının algı yönetimidir. Bu yönetim; ülkenin bütün sanayi kuruluşlarını haraç mezat satmışken, toplamda %70’lere varan vergi toplarken, dünyanın en pahalı benzinini tüketen ülkeye duble yol yapmakla övünmüştür. Örneği çoktur gerçi ya, TEKEL’i British-Amerikan Tobacco’ya satarken, “sana satıyorum ama bu insanlar orada çalışmaya devam edecek arkadaş” demeyi ahlakedememiştir. Afedersiniz, akledememiştir. Milletin malını “gâvur”a satarken, milletin kendisini, milletin çocuğu polise coplatmış, gazlatmış, kışın ortasında havuzda duş aldırmıştır… Kokusu bütün ülkeye burun kapattırması gerekirken rengine aldanıp “elmastır, elmas” demiştir millet.

3. Bazıları, icra davalarının artmasını ticari hareketliliğe bağlar ve aslında iyi bir şeydir derler. Olabilir, olgusal ve mantıksal olarak mümkündür. Pekiii abiciğim ve ablacığım; her 2 dakikada bir, 1 vatandaş kredi kartından dolayı icralık oluyorsa? İşte burada, batağın dibini boyluyorsun demektir… Vergi rekortmeni 10 kurumdan 8’i bankalar ise, dur hele düşün: Bütün büyümen serpilmen borçlanmaya dayalı! Şirketlerinin sermaye yapısı borçlanma üzerine kurulu. Daha önemlisi, vatandaş kredi kartı veya tüketici kredisi marifetiyle borçlanma üzerine kurmuş hayatını…
4. Yabancı sermaye, bir ülkenin finans hareketliliğinde aktör olduğunda %65’in üstüne çıkmaz. Çünkü gideceği zaman hisselerini satacak yerli bir sermaye bulunsun ister. Dünya finans tarihinde ilk defa AKP hükümetleri zamanında yabancı sermaye İMKB’de %85’lik bir pay sahibi olmuştur. Miting meydanlarında IMF’i kovmakla övünenler hangi teminatları vermiştir ki yabancı sermaye bu orana çıkmıştır?.. IMF’yi kovup cari açıkta Cumhuriyet tarihi rekoru kırmak kime nasip olmuştur?..

5. İnşaat ve bankacılık sektörü dışında bataklardadır ekonomi. Çıkacak ekonomik bir kriz önceki hiçbirine benzemeyecek. Hem devlet, hem toplum olarak borçlanma üzerine kurulu bu düzen yerin yedi kat dibine batacak.

6. Değişim Değerine paha biçilemez bir algı operasyonudur son 12 yılda yaşadığımız. Bütün uygulamaları FAŞİZM hissi vermesi gerekirken, olmazsa olmaz etkisi yaratmıştır haltın, afedersiniz halkın üzerinde. Rengi bozuk, kokusu bozuk elmas olur mu?

7. Korkarım ki Türk milleti son nefesinde şairin mısralarını mırıldanacak: “Yaşadım koşar adım; ölüm vardı, ölecektim. Ve öldüm işte; bak, başardım.”


BAZI GEREKSİZ HABERLER


• Geçen hafta Türkmenistana 180 koyun ihraç ettik. Gazeteler, yüzyılın ticaretiymiş gibi haber yaptı. Geçen sene de Azerbaycana 80 gebe düve göndermiştik ve Tarım Bakanı, bugünleri gösterdiği için Rabbine şükretmişti.

• Hükümet yine besilik hayvan ithalatına izin verdi. Bir vatandaş/işletme, mevcut hayvan sayısının %40’ı kadar ithalat yapabilecek.

• Cumhuriyet tarihinde ilk kez 2012’de saman ithal eden Türkiye, 2014’de bir daha saman ithal edecek. 2012’de saman ithalatı için yetkilendirilmeyen toplamda 18 il daha yetkilendirildi. Bu illerdeki gümrük idarelerinden sap ve saman girişi yapılabilecek.

• AB kararından sonra Rusya bizden mal, özellikle tarımsal ürün alıyor. Ne var ki TİM Başkanı 2014 sonunda Rusya ile ticaretimizin yaklaşık 300 milyon dolar açık vereceğini açıkladı.


• İşçi ölümlerinde Avrupa birincisi, dünya üçüncüsüyüz.

• Türkiye, dünyanın en gelişmiş 18’inci ekonomine sahip. Ancak, ama, ne var ki, mamafih, bireysel refah seviyesinde 87’nci. Dahası var: yaklaşık 10 milyar tutarındaki tüketici kredisi icralık... Yaklaşık 7 milyar TL’lik KOBİ kredisi icralık... 500 bin çiftçinin toplam 4.5 milyar TL borcu var.

• Ağustos ayı dış ticaret açığı TÜİK’in açıklamasıyla 67.5 Milyar Dolar.

• Adalet Bakanlığı mensuplarının maaşlarına bin yüz küsur lira zam yapıldı. Bakanlık mensupları heyecan yapmasın sakın. Çünkü bu zam, sadece HSYK seçimlerinde oy kullanacaklar için. Ve sakın nifak sokmayın, bu bir rüşvet değildir!..

• Konsolosun kendisi dahil 49 Türk 3 aydır kayıp.

• NATO ve ABD, IŞİD’e operasyonu tartışıyor. PKK’ya IŞİD ile savaşsın diye silah yardımı yapılıyor. PKK, “Türkiye’den de istesek vermeleri lazım” diyor... Dünya kamuoyu propagandasını yapıyor: Türkmenleri ve Yezidileri, Peşmerge ve PKK koruyor.

• Biz istemesek Ortadoğu’da halâ yaprak kımıldamıyor.

• Hamdolsun ki ‘uzun adam’ cumhurun başı oldu. Hamdolsun ki stratejik derinlik sahibi bir Başbakanımız var. Var mı bize yan bakan? Yok! Niye? Çünkü dünya lideriyiz. Yani? Koyduk mu oturturuz!..

2 Eylül 2014 Salı

SAYIKLAMA


Bu devletin mazlumun, bu adı konmayan milletin de mağdurun yanında yer aldığı bir efsaneden ibarettir. Devlet mazlumun yanında olsa, IŞİD’in değil Türkmenlerin ve Yezidilerin yanında olur, muhannete muhtaç eylemezdi onları. Millet mağdurun yanında olsa, çamurlu bot pozlarıyla siyasete başlamış, sonra Karun kadar zenginleşmiş, Firavun kadar zalimleşmiş insanlara halâ mağdur muamelesi çekmez, kendini ve yedi sülalesini kurtaracak yasaları bir gecede çıkaran siyasilere destek vermezdi.

Bu ülkedeki herkesi takip edecek, gözleyecek halim yok. Ancak şahitliğimden biliyorum ki “tebellüğ” yazamayanların bürokraside yükseldiği, haberlerden bildiğim “telekinezi” diyenlerin cumhurun başına baş danışman olduğu bir ülkedir burası. Hatta ikinci bir yazar sayamayanların cumhura baş kesildiği bir ülke… Yazık mıdır bu ülkeye? Bilmiyorum! Adı olmayan millet karar verecek… Ne zaman karar verecek? Kendisine vahiy gelince. Vahiy gelecek mi? Müslümanların iddiasıdır ki artık gelmeyecek!..

Çevremden ve onların çevrelerinden biliyorum ki başörtüsü eylemlerinde hukuksuzluğa ses çıkarmadılar. Ergenekon ve Balyozda hukuksuzluğa ses çıkarmadılar. Bugün “paralel” diye yapılan cadı avında seslerini çıkarmıyorlar. Hep hukuksuzluk, hep katliam... Hep seyir, hep zevk ü sefa… Üç kuruşluk koltuklarına beş yıl daha yapışmak için haktan ve adaletten şaşmalar falan işte, iyi bildiğiniz... Bir ülke nasıl mı yıkılır? İşte böyle; usul usul, alıştıra alıştıra. Şahsiyetini ve ahlakını sata sata…

* * *

Özal döneminde genç bir idealist olarak muhaliftim. Bütün vukuatları bir yana, “memurum işini bilir” sözü, devletin en tepesinde birinin ahlaksızlığı meşrulaştırması affedilir bir nane değildi. Mesut, bütün bilgi birikimine rağmen, gerçekten de ayık gezmediği ve kumar tutkusundan vazgeçmediği için muhaliftim. Tansu, zabıtaya “merhaba asker” dediği gün muhaliftim, ama “ablanızın bıddığı hepinize kurban olsun” dediğinde çok gülmüştüm. Bir ilin genelev patroniçesi aday gösterilmesi karşılığında rüşvet olarak Özer’e bir milyar verdiğinde ve baraj altı kalınca onu geri istediğinde bütün Çiller ailesine çok küfretmiştim… Öncekilerin basiretsizliği, hırsızlığı, vurdumduymazlığı yüzünden geldi bu AKP belası! Şu da var ki; evet, hep muhaliftim, ama hiç bu kadar muhalif olmamıştım!..

Müzmin muhalifim anlayacağınız. Doktora tezi yazsaydım eğer, “muhalif olmayan şerefsizdir” tezini işlerdim. Elimde o kadar veri var ki, dünyanın en itibarlı hakemli dergisinde başyazı olurdu bu.

İddiamın arkasındayım: Bu ülkede devlet hırsız ve acımasız, millet menfaatçi ve münafıktır!..

(Bu hukuksuzluk ve şerefsizlik için bu yazıya uygun bir resim bulanamamıştır)

30 Ağustos 2014 Cumartesi

NECİP TÜRK MİLLETİ!


Elli yıl sonra bugünleri tarih kitaplarından okuyan, ama illa ki kendisini halâ Türk Milletinin ferdi olarak hisseden birileri kalmışsa, size çok pis küfredecekler. Ben bugünden ediyorum. Üstüne alınan varsa beri gelsin…

Yasa yapan iki ayyaştan sayamam kendimi, haşa! Bir de şu var ki ne Mehmet Akif’im, ne onun sevgili arkadaşı, kardeşi ayyaş Neyzen. Atatürk’ün “Artık öğrensinler Kur’an ne diyor. Hele çevir şunu Türkçeye” dediği Elmalı Hamdi hiç değilim. Ama çok pis hissederim. Biliyorum işte, fena küfür yiyeceksiniz!

Biliyor musunuz 90 yıl önce neler olduğunu? Vahdettin, belki iyi niyetliydi, belki çaresizdi ama öngördüğü çözüm hainceydi. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Kuva-yi Milliye’yi İslamiyet ve vatan düşmanı ilan ettiği gün sizin gibiler eyvallah demiş, uymuştu o fetvaya. Hikâye zannediyorsun değil mi, eğer okuduysan lise sona kadar? Sana lisede anlatmadılar Fahrettin Paşa’yı bilirim. “Halifenin de, Şeyhülislamın da canı Cehenneme; yayınladıkları fetvanın da, teslim ol diye gönderdikleri emirlerin de” deyip Medine-i Münevvere'yi savunan, altı ay çekirge yiyen Malta sürgününü? Ümmet diye yanıp tutuşuyorsun ya, İslamiyetin doğup büyüdüğü ülkenin adı niye ARABistan düşündün mü hiç? Fahrettin Paşa'nın İngiliz ve onun işbirlikçisi Arap’a teslim etmemek için kılıcını, gidip Peygamberin mezarına bıraktığını bilmiyorsun. Sen busun işte! Bilmez, iman edersin! İnsanın, hayatında en zor işidir bilmek ve en kolayıdır inanmak. İşte bunda üstüne yok! İşte bunu çok iyi biliyorsun! O kadar tembelsin ki bilmek zor geliyor. Hem yalaksın, hem salak! Küfredecek torunların. Bilmiyorsun, göremiyor, hissedemiyorsun bunu…

Ey aziz Türk Milleti, zoruna gidiyor mu söylediklerim? Gitsin diye söylüyorum zaten! Zoruna gitsin de belki titrer kendine gelirsin…

29 Ağustos 2014 Cuma

VİCDANI HÜR İRFANI HÜR


Büyük Selçuklu, çağın gereklerini yaparak ‘Büyük’ oldu. Osmanlı da öyleydi. Bazen haddini aşarak yaptı hatta. Ne zaman ki çağın gereklerini yapamaz oldu çökmeye başladı. İslamcı zevzekler tarihi gerçeklere tamamen aykırı bir şeye inanırlar. Neymiş, Osmanlı özünden ayrıldığı için çökmüşmüş. Özü neydi peki? Hikâyeleri geçelim. Osmanlı hiçbir zaman “İslam Devleti” olmadı. Yok zaten böyle bir şey. Öze dönüşü Cumhuriyet projesiyle Atatürk yapmıştır: Çağın gereklerini yapmak, çağın sahiplerine başkaldırırken. Çağı yakalamazsan ne olur derseniz, yine meşhur Ortadoğu Arap ülkelerini örnek vereceğim; iyi bakın oralara. Arapların parası var ama hep reziller, hep işbirlikçiler, hep bilim ve irfan dışılar… Cumhuriyeti kuranların parası yoktu ama onurları vardı, bilim ve irfana inanmışlardı. “Hür doğdum, hür yaşarım” diyen şairleri, “Ya istiklâl ya ölüm” diyen dava adamları, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diyen inanmışları vardı. Bu şairlerin sözleri, bu inanmış insanların yüreğiyle bir kez daha vatan oldu bu topraklar. Mütecavizleri kovarken onurlu bir şekilde, hukuk devleti inşa etmeye çalıştı bir yandan. Hatta çağının önüne geçerek kadınları tamamen “eş” saydı, toplumsal ve hukuki zeminde… Şimdilerde “Büyük Osmanlı” hayalleriyle milleti kandırıyorlar ya; birincisi millet Osmanlının ne olduğunu zaten bilmiyor. İkincisi bunu diyenler Osmanlıyı hiç anlamamış... Efendiler! Kendisini 300 yıl geriye götürmeye çalışan insanları yücelten bir millet hain değilse, salaktır!..

Sadece 30 Ağustos Zafer Bayramını kutlayacaktım, laf lafı açtı… Sivas Kongresi niye uzadı biliyor musunuz? Mustafa Kemal, Amerikan mandası isteyen çoğunluğu ikna etmek için gece gündüz konuştuğu ve sonunda “Ya istiklal, ya ölüm” dediği için!

Sağımız solumuz sobelenmiş, onlarda ihanet bitmez!.. Ancak bizde de Mustafa Kemal şuuru bitmez! Beyler, ağalar! Dindar ve de kindar nesil yıkım neslidir, IŞİD’dir bir nevi. Oysa Cumhuriyet “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller ister. İnsan ister yani, insan!..

Kutlu olsun Türk’ün bağımsızlık mücadelesi…


17 Ağustos 2014 Pazar

HALTLARIN KARDEŞLİĞİ


Bir siyasi partimiz daha oldu: Çoğulcu Demokrasi Partisi. Çerkezlerin partisiymiş. Çerkezler, otuzaltı kardeş halktan biri, kursunlar tabii, haklarıdır. Kendi içlerinde Karaçaylar, Kabardeyler, Abhazalar falan diye bölünmezlerse iyidir, 2 milyon oyları var…

Lazlar da kursunlar. Önerdiğim isim LEÖP (Lazistan Eyaleti Özgürlükler Partisi). Başbakan söylemişti zaten, ecdadımız zamanında da varmış böyle bir eyalet. Başkentleri Rize, tartışmasız…

Son Suriyeli sığınmacılarla Arap oyları iyice arttı. Onlara da AGBYP (Arap Gördü Bol Yağ Partisi) öneriyorum. Eyaletlerinin başkenti Siirt olsun. Emine Hanımı fahri Cumhurbaşkanı yapsınlar. Hataylı medenidir, karışacağını sanmam ama merkez illa da Adana olsun diyecek ayrılıkçılar çıkabilir. İçişlerine karışmayız elbette…

Gürcüler parti kurmalı mı emin değilim. Çünkü çok fena satışa geldiler. Gürcistan ziyaretinde (2004) kameraların önünde “ben de Gürcüyüm, biliyor musunuz?” diyen adam tam on yıl sonra “Bana Gürcü dediler; hatta daha çirkini Ermeni diyen bile oldu” diyerek bir cümlede iki kardeş halkı küstürdü. Kendisi “10 yıl önce yalan söyledim, ben aslında Gürcü değilim” diyorsa bize yalanını kabullenmek düşer. Değildir yani. Bu durumda güven olmaz Gürcü oylara. Biraz daha beklemeleri isabetli olur…


Tatarlar Eskişehir merkezli EÇGHP (En Çekik Gözlü Halk Partisi). Gözleri çok da çekik değil ama başkanları Cüneyt Arkın olmalıdır. At üstünde duramayanın %52 oy aldığı memlekette Cüneyt abi at üzerinde tek ayakla gezer tüm Tatar illerini…

Bir kardeş halk daha, Kürtler! Onların partisi zaten var: PKK. Zazalar itiraz etmez, “yok gardaş biz sizden değiliz” demezse en büyük kardeş halk bunlar. Fiili eyaletlerinde bayrakları dalgalanıyor her tarafta. Seroklarının resimleri süslüyor şehirlerini. Serok içeriden çıktı mı nihayete erecektir hadise. Niye çıkmıyor peki? Anayasa maddesi dikte ettiriyor. Çalışma ortamı güzel, vakti bol. Şimdi çıkarsa hoş geldin beş gittin derken 4 maddeden ileri gidemez Anayasa işinde…

Balkanlardan gelip TÜRKiye’yi vatan belleyen Arnavutlar, Pomaklar, Boşnaklar birleşip bir parti kurmalıdır. Güçlenince kendi aralarında kardeş kardeş bölünürler nasıl olsa…

Cahilim ya, bir türlü 36’ya tamamlayamıyorum kardeş halkları. Ama bilgelerimiz rahatlatıyor elimizi. Yörükler mesela, 36’dan biriymiş. Türkmenler? Onlar da. Bu kardeşlerin birleşip de parti kurabileceğini sanmıyorum. Kendi içlerinde parça pinçikler. Karakeçilisi var, Sarıkeçilisi var, dinsel ayrıma tabi tutulanları var; Alevi diye, Sünni diye bölünenleri var. İşleri en zor olan kardeş halk bunlar bence. Hem adlarında “Türk” geçtiği için partilerinin ırkçılık ve bölücülükten, kardeş halklar arasında nefret tohumu ekmekten kapatılmaları işten bile değildir…
* * *
Modernist zulüm çağından arta kalmış Cumhuriyet, kardeş halkları tek bir millet (ulus) diye birleştirmeye çalışıyordu ya, çok berbat bir şeydi bu. Aşiretler çağına dönerek “Büyük Türkiye’ye” doğru son sürat gidiyoruz hamdolsun. Önce hangi Kabil hangi Habil’in kafasını taşla ezerek bu kutlu yolu başlattı, bileniniz var mı?

 
* * *
Yazarı bilinmeyen “Şeytanın Günlüğü”nden:

Bir gittim ki Kabil sıkkın sıkkın oturuyor. İki fıştaklayayım da arıza çıksın diye “Habil’i senden çok seviyor işte, sen burada kalacaksın o gidecek cennete” dedim. Daha lafımı bitirmeden eleman yerden bir kaya parçasını kaptığı gibi kardeşinin kafasına geçirmesin mi? Höh, oha, çüş. Ben, en fazla biraderini biraz tartaklar, küfür söz söyler filan diye bekliyordum, resmen cinayet işledi bebe.

8 Ağustos 2014 Cuma

HİÇ DE ÇIKAR İÇİN DEĞİL

Halkımızın kendi çıkarlarını gözeterek oy verdiği düşüncesi bir efsanedir. Çıkar oyları %10'u geçmez. Bu, sadece AKP'ye özgü bir şey değil ayrıca. Özal'a da en yakın tiplerdi bunlar, ki zaten o'nun icadıydı. Çevreleriyle birlikte %10'luk bir oyları vardır. Bunlar, küçük çaplı sermayelerini nasıl bir uyanıklıkla büyük sermayeye çevirebileceklerini düşünen sonradan görme tiplerdir. Ahlaki ilkeleri yoktur. "Nasılsın?" diye sorduğunda "hamdolsun" demeyi ahlak zanneden, teşekkür etmeyi bilmeyen, şahsiyet olarak münafık tiplerdir. Daha çocukken babasıyla Cumaya gitmeyi öğrenmiş, Cuma dönüşü müşteri veya devlet nasıl kazıklanırı öğrenmiş, ticareti uyanıklık zanneden ahlaksız tiplerdir. Kültür seviyeleri eskilerin "Ankara ve İstanbul görmüş" olmağına denk gelir seviyededir.

Menfaati olmadığı halde oy verenler? Onların seviyesi Tayyip Penisilvanyayı "ortaokul mezunu" diye aşağılarken de İhsanoğlu'nu "Üç dil biliyormuş. Hııh!" diye çok da tındı kıvamında zikrederken de "yuuh" çeken, kendisini Tayyip'te gören, kendisini Tayyip'le özdeşleştiren insanlardır. Kendisinden biri Başbakan'dır işte, daha ne isteyecek ki! Kendisinden biri Cumhurbaşkanı olacak, daha ne olsun yahu!.. Tayyibin bütün başarısı burada. Halkı bu noktaya getirdikten sonra rest çekti zaten bütün ortaklarına. Meydanda konuşurken halk yalan söylediğini bilmiyor mu? Gayet de iyi biliyor! O platformda yüksekten halka seslenirken o değil aslında. Onu dinleyen halktır konuşan, o yalanları söyleyen. Sonuna kadar o halkın kendisidir Tayyip...


Tayyip efendide ne devlet adamlığı ne de bir aydın sorumluluğu olmadığı için çok hoyratça kullanıyor halkın zavallılığını. Halk okusun, öğrensin, ahlak sahibi olsun, üretim yapsın, ülkesi için sorumluluk sahibi olsun diye okutulmuyor artık. Boşuna mı her tarafa kendi okuduğu okuldan açmak istiyor? Halkın da tek derdi var artık: Durumunu başına kakmayacak, kendinden birinin devleti yönetiyor olması... Gerçekler acıdır, halk da acıdır...

28 Temmuz 2014 Pazartesi

İYİ BAYRAMLAR ÇÖPÇÜLER KRALI


Kemal Sunal-Şener Şen ikilisinin oynadığı filmler toplumu, yani ortalamayı resmeden, görün ve halinize gülün eşşeoğlu eşşekler diyen filmlerdir. Tosunpaşa, Davaro, Kibar Feyzo, Çöpçüler Kralı gibi filmler ve diğerleri… Bunun yanında ortalama kültürü resmetmekten öte yücelten, “en hakiki öz sizsiniz, harika insanlarsınız” diyenler var. İbrahim Tatlıses filmleri ve müziği gibi. Ortalama kültür kutsanırken “ben de isterem” diyen şımarık ve küstah, alabildiğine cahil bir köylülüğün yüceltilmesidir Arabesk. Turgut Özal zamanında tavan yapmış, teşvik edilmiş, bu millete atılmış en büyük kazıklardandır. Bu konuda mükemmel bir anlatım önerebilirim: Nurdan Gürbilek’in “Kötü Çocuk Türk” adlı, Metis Yayınlarından çıkan eseri…

Çöpçüler Kralı (Umur Bugay’ın yazdığı, Zeki Ökten’in çektiği, Cahit Berkay ve Özdemir Erdoğan’ın müziğini yaptığı) ortalamayı resmeden harika bir filmdir. Sosyologların boşuna uğraşmasına gerek yok o dönem için. Çırılçıplak resmetmiştir günün halini.

Bayramda mutlaka bir teve kanalında yayınlanacaktır. Başka gözle seyretmek lazım. Yazıyoruz yazıyoruz feys gaztesine anlatamıyoruz, bari filmleri başka gözle seyredelim artık…

– Yazdım ben bunu gazteyee.
– Yaz amca yaaaz
– Yiyip yiyip atıyorlar. Bunu da yazacam gazteye.
– Yaz amca yaz. Benden de selam söyle.
– Yaza yaza Hükümeti devirdi valla.

– Vururuz billa. Büyük abimin altı ayı var… Bacımı alacam diyerekten aradı pezevenk anadın mı, sonra vazgeçti.
– Vay itoğlu it.
– Memlekette olsa temizlerdik ama herif zabıta.
– Benim de canıma okuyor eşşeoğlu eşşek, vurun gitsin!

Dedikleri şudur ki: “Ne gülüyorsun? Anlattığım senin hikâyen!”

Ekmelettin İhsanoğlu mu, Tayyip Erdoğan mı diye düşünürken geldi aklıma. Toplumu anlamakla onu yüceltmek arasında okumuş yazmışların bir fark yaratıyor olması gerek diye düşünüyorum. Eğer ortalamayı anlamak ama muasır medeniyet seviyesine ulaştırmak istiyorsanız İhsanoğlu’nu deneyelim diyorum. Ama ortalamayı kutsamak istiyorsanız bu konuda Erdoğan’dan iyisini bulamazsınız. En iyi dostlarına bakın, İbrahim Tatlıses de var onun içinde. “Ben de isterem” kıvamında lümpen, paçoz, cahil; “Cahilim ama para bende… Cahilim ama iktidarım, ne habeer” kültürü...