30 Temmuz 2013 Salı

KAÇAK ve SÜRGÜN: İLYAS



  Tanrı, bizim acımasızca kıyımdan geçirilmemizi istemiş olamaz, diye üsteledi İlyas.
  Tanrı her şeyi yapabilir...
Paulo Coelho'nun en meşhur kitabı Simyacı'dır. En etkileyici olanı ise Beşinci Dağ. İlyas'ın sınanma hikâyesidir Beşinci Dağ'da anlatılan.
* * *
Ülkesinde bir uyarıcı olduğuna inanılmamış, ihanete uğramış, pusulara düşürülmüş, bir çok peygamber gibi kaçmak durumunda kalmış bir çulsuz. Varlık içinde, ama anlamını bilmeyen zalimler zalimi Yezavel'in öldürmeye yemin ettiği kaçak. Ama O'nu kahreden Yezavel'in kaçağı olması değil, Tanrı'nın da onu sürgün etmesi. Sürgün peygamberler çağında, "Yahudi değilsem bile Yahudalık da mı yok bende, kimi öptüm de kurtuldu çarmıha çakılmaktan" (Of Not Being A Jew'den) mısralarını hatırlatır İlyas; üstelik o Yahudidir. Sırtını dayadığı duvar yıkılır, elini uzattığı su içilmez olur...
İlyas için sınanmanın ağırlığı çekilmez olunca bırakıp kaçmak gerekir elbette. Epey de kaçar aslında. Akbar'da, kocası ölmüş bir kadının merhametine sığınırken aşk da yanıbaşındadır. Ama İlyas çaresiz, İlyas bilmiyor. "Burda işim yok artık" deyince Akbar'dan dağları aşarak bir daha kaçmaktır onun işi; hep kaçak, hep sürgün. Elinde ateşten kılıçla dikilmeseydi Cibril, neredeyse başaracaktı da. Ama sordu kılıcı sallayarak: Gidebileceğini kim söyledi? Gözyaşı, yakarış. Ne çare, belli ki dönecek; kaçtığı günden yazgılı. Dönecek de, ne ev onun evi, ne şehir onun şehri, ne sevdiği kadın...
"Eve dönmek
kendime sarkıntılık etmekten başka nedir?
orada, arada bir beni yoklar
intihara ayırdığım zamanlar"

Kafasında sorular birbiriyle kavgalı. Anlamakta zorlanıyor: "Neden anlamıyorlar?" Daha acı vereni: "Tanrım, neden ben?" Anlaşıldı, iniş yolu çıkmaktan meşakkatli...
"Başa dönemezsiniz.
Öyle bir yol yürüdünüz ki ancak
dönüş yolunu yok ederek gelebilirdiniz
inişiniz bir iniş olurdu başa dönmemecesine"
* * *
Asurluların yerle bir edeceği besbelli Fenike ve yerle bir olacak Akbar'da kocası ölmüş bir kadın ve babası ölmüş bir çocukla ne yapabilir ki; henüz kendine bir anlam verememişken?.. Bir anlam, yani bir ad. Hani "İsrail olsun senin adın" demişti ya Tanrı Yakup için; belki İlyas'a da verirdi bir ad ve kutsardı onu da böylece. Ama İlyas ne yapsın ki, vermiyor işte. Ne kadar ağlasa da, ne kadar yalvarsa da...
  Tanrı, ufuktaki palmiye ağaçlarını gösterip çölün ortasında susuzluktan öldürecek kadar acımasız olabilir mi?
  Tanrı her şeyi yapabilir...
* * *
Yerle bir olacağı besbelliydi, ama bırakıp gitti İlyas. Döndüğünde anlayacaktı neden sürgün edildiğini. Döndüğünde görecekti, harabe bir şehir, ölüm kokuyor dört bir yanı. Yıkıklar altında bir kadın. Sevdiği kadın. Merhametli kadın. Şefkatli kadın. Geride kalmış bir çocuk, adı Elyasa; hem yetim, hem öksüz... İlyas, isyankâr İlyas, küfrü yüreğinde biriktiren İlyas...
"ben kalbime döneceğim fokurdayıp pörtlemek için
hep fokurdak ve pörtlek kalacağım kalp içinde
canı sıkkın kızların yüzlerinden
döşünden ahı kalmış delikanlıların
dünyaya habire pörtleyeceğim
evlerin olanca tınısı dindiği zaman
kısıldığı zaman bütün şarkıların kanatları
fokurtum dokunacak herkese yedi ırkın kavşağından"
* * *
Şimdi anladı İlyas, Akbar yerle bir olduğunda anladı. Sevdiği kadın öldüğünde anladı. Elyasa yetim kaldığında anladı: Onun işi vaaz vermek değil, inşa etmekti. Elyasa'nın şehrini...
Herkesin ümidini kesip cesetlerin içinde, harabelerin gölgesinde yaşadığı bir şehirde tek başına çabaladı. Boş bir çabanın içinde olduğu söylendi kendisine. Ölülerin içinden başını kaldırıp baktığında, yıkılmamış tek bir duvarı kalmamış şehir dört kitap hükmünde vahiy oldu göründü gözüne: İnşa et!
Dua dedi. Oturmayın, kalkın ve dua edin...
Her biriniz bundan böyle kendinize yeni bir ad vereceksiniz. Bu, her birinizin ne adına savaşmayı düşündüğünüzü simgeleyecek kutsal bir ad olacak. Ben kendime Kurtuluş adını seçtim.
Hep öyle olmuştur ya, önce bir kadın anladı İlyas'ın duadan kastını. Usulca doğruldu ve,
– Benim adım Kavuşma, dedi.
– Benim adım Bilgelik, dedi yaşlı adam doğrulmaya çalışırken.
Ve İlyas'ın sevgide paha biçemediği, İlyas'ın oğlu olmayan biricik çocuğu, yetim Elyasa'nın gözleri ışıldadı:
– Benim adım Alfabe.
* * *
İlyas, anladı "soru sormak nereye sürüklermiş insanı". İlyas sevmenin ne olduğunu anladı. Öğrendi sonunda yakarmanın ne olduğunu. Öğretti de, hem de ümidi tamamen tükenmiş yüreklere: Kalkın ve inşa edin.
Beşinci Dağ'ı tam aşacakken Cibril elinde ateşten kılıcıyla "dön ve öğren" demişti ya, İlyas sonunda anladı:
"İnsanın bilmesi gerekir (...) Yoksa, doğru yola Tanrı tarafından döndürülme tehlikesiyle karşı karşıya kalırsın..."

29 Temmuz 2013 Pazartesi

VASATA TABİ OL, MUTLU OL

Yaşamla uyumlu olmak, yani vasatı kabullenmek neden bu kadar önemli ki? Üstelik başkalarının da, eşimizin dostumuzun da onu yakalaması için neden çırpınıp dururuz?..

Capcanlı, koşturarak, bol bol kazanarak yaşayanlara bakınca ne kadar da yaşamın içinde olduklarını düşünürüz çoğu zaman. Oysa yaşama bütün gücümüzle abanırken aynı zamanda kafamızı banmış, o kadar içine girmiş ve yaşamın kendisini ıskalamış oluyoruz çoğu zaman... Vasata dahil olmayan, olmak istemeyen her insan muhalefetinden yapmaz bunu, ama her muhalifin vasata itirazı olduğu doğrudur. Haklı veya haksız, doğru veya yanlış. Oturduğu yerden eylem tavrı geliştirenlerin, yani söyleyecek söz biriktirenlerin toplumdan, dolayısıyla yaşamdan uzak olduğu da doğrudur. Bu, muhalefet etmek lanetli olmaktır demek değil ki...


Muhalif, tembellikten yapmaz muhalefetini. Aksine yaşama muhalif olmak yorar insanı. Hem zihinsel faaliyet gerektirir, hem de eylem. İşte bu yüzden, vasatın teğet geçtiği yaşamı hissetmenin en iyi yollarından biridir muhalefet...

* * *

Şüphe ile muhalefet el ele, kol kola yürür. Kıssalarda da tarihsel belgelerde de şüphenin, muhalefetin ve muhalifin öyküsü çoktur. Her şeyden önce elma muhalif bir imgedir; öyle ki, sürgün gerektirir paylaşımı. Aslında doğuştan muhaliftir insan, sonradan dize getirilmiştir. Doğada kendi kendini ehlileştirmiş tek varlıktır belki de...

Mucit mevcut bilgilere başkaldırmadan, onlara karşı şüphe geliştirmeden ve onlara muhalefet etmeden nasıl yapabilir icadını?..

Mevcut inanca şüphe duymayan nasıl söyler ki, dünya dönüyor? Muhalif olmayan söyleyebilir mi “siz isteseniz de istemeseniz de dönüyor” diye?..

Hangi imanı sarsılmaz olanın kafasına düşen elma yer çekimine bir çağrışımdır?..

Kendi gücüne muhalefet etmeyen kaç komutan vardır halâ anılıyor olan?..

Vasatı yücelten kaç kişi sanatçı diye anılmıştır?..

Hangi peygamber “halk öyle inanıyorsa bir bildiği var” deyip kulağını kapatmıştır kalbinin sesine, yarılırken kalbi ortadan? Ortaya atılıp da “sizi kandırıyorlar, inandıklarınız yalan” demeyen kaç peygamber vardır?..


Vasatı yücelten kaç filozof vardır ki, adı halâ anılıyor olsun? Hangi sahtekârdır o ki, “Tanrı'nın eylemleri Tanrı'nın eylemleri oldukları için mi iyi, yoksa yaptığı şeyler iyi olduğu için mi Tanrı iyi?” sorusuna kafa çatlatmadan teolog olmuş vaaz vermektedir?..

Muktedire tabi ol, inanca tabi ol, içine doğduğun neyse tabi ol, gelene tabi ol, gidene tabi ol...

Şair meydan okumuştu oysa: Ömrüm fenâlıklara kayıp ağulanmazsa ben ne yaparım…

26 Temmuz 2013 Cuma

BAŞBAKAN'IN ÖTEKİLERİ-2

Usta, öteki yaratmada çok iyi bir ustadır. Daha önceki bir yazıyı Lost adlı diziden mülhem yazmış idim. Bu yazının dizisi Fringe. Lost kadar sıkı bir öteki vurgusu olmasa da fena sayılmaz. Ayrıca 'Kuantum Fiziği'nin tartışıldığı bir dizidir. Zaten J.J.Abrams'ın el attığı her dizi bir harikadır...

Fringe'de başlarda her bölümde farklı bir konu işleniyormuş ve her ayrı konuya ilişkin sorun çözülmeye çalışılıyormuş gibi görünse de arka planda işleyen ve sürekliliği olan bir plan vardır. Her bir parçanın arka planda yürüyen asıl plana ait bir parça olduğu zamanla daha da belli olur, ama asıl planın ne olduğu pek karmaşıktır. Biyo-terörist grupların yol açtığı akıl almaz olaylar vardır; ama kimin terörist, kimin dünyayı iyileştirmeye çalışan insanlar olduğu meselesi karışıktır. Başka bir evrenin, ama tamamen yaşadığımız dünyaya paralel (alternatif) bir evrenin varlığının bilinmesi ise olayı tamamen karmaşık hale getirir. Her suç işlendiğinde gene en olağan suçlu ötekidir. Dünyaya ait gerçeklikle, paralel evrendeki gerçeklik arasında büyük bir gerilim vardır ve bu gerilim iki evrenden birinin yok olmasına yol açacak bir savaşın habercisidir. “Bizim” simetriğimizi ifade etse de onlar ötekidir ve her zamanki gibi öteki sevgisizdir, saygısızdır ve üstelik ahlaksızdır.


Bu evrendeki bizimkiler paralel evrendeki benzerlerinin kötü, ahlaksız ve terörist ötekiler olduğuna emindir. Ne var ki öteki evrene gidip geldikçe onların da aynı şeyi düşündüğünü görecek ve iki evrene de düşman olabilecek bir ortak düşman arayacaklardır. Ortak düşman? Ortak düşman aslında kendileridir; üstelik tam da sorunu çözmeye çalışanların kendileri. Hem de Tanrı olmaya pek meraklı birileri. Tanrı gibi yaratıcı, düzen koyucu, ıslah edici, yaptığım yaptıkçı, dediğim dedikçi...

* * *

Bizim usta ötekilere yeni ötekiler ekledi. Daha doğrusu ötekini yeniden tanımladı. Çünkü kavgadan besleniyor ve bu kavganın onu “asıl plana” bir adım daha yaklaştırmasını umuyor…

Pek bir muhafazakâr, pek bir demokrat olmasının sadece birilerinin üstüne yapıştırmaya çalıştığı bir resim olduğunu, ustanın da bu resimle poz vermeye çalıştığını biliyorduk. Ve bu uyduruk muhafazakâr demokrat terkibinin o günden bugüne ustanın üstünde nasıl da “ucube” durduğunu tecrübe etmiş bulunuyoruz. Evet, muhafazakâr demokrat bir uyduruk terkip idi; ustanın bunun ne demek olduğunu bildiğini zannetmediğim. Zaten çıkıp bunun felsefi temellerini anlattığını, savunduğunu görmedik. Hep birileri onun adına yazdı, çizdi, konuştu…

Belki 2007’ye kadar hissettirmedi, ama en azından son 6-7 yıldır Muhafazakârlığın hangi halinin kendi eliyle yarattığı ötekine küfretmek olduğunu tecrübe ettik… Demokrasinin hangi halinin gaza karşılık geldiğini, hem de canımızı vererek, gözümüzü kaybederek tecrübe ettik…

* * *

Usta, milleti otuzaltıya bölüp her birini birine öteki kıldığında kendisini nereye konuşlandırdı dersiniz? İşte orası hayli ilginç. “Benim milletim”i yaratmak için önce “siz bir millet değilsiniz, bölük pörçüksünüz, etrafımda birleşin” mesajı verdi. Nuh’tan çaldığı imgeyle benim milletim oluşuverdi birden bire. “Olamaz böyle bir şey” tavrı geliştiren herkes milletimin düşmanı oldu.

Hüküm kesin: Yüzde elli öteki, yüzde elli benim milletim. Ne olacak ötekinin hali? Ötekinin canı cehenneme. Muhafaza edilecekse, milletimin değerleri muhafaza edilecek. Nasıl değerlerdir milletimin değerleri? Çıktığı canlı yayında, okuduğu ikinci bir yazar sayamayan Usta va’z edecek; adım adım, yavaş yavaş…

Demokrasi gelecekse milletim için gelecek yahu? Öteki de kimmiş? Öteki, gâh ekmek karnesiyle milletimi aç bırakmış cumhuriyetçilerdir. Gâh ayaklar altına alınası milliyetçilerdir. Toplasan yüzde ellidir, ama her şeyden önce marjinaldir. Çaldığı tencereyle tavayla milletime huzur vermeyen ispiyonlanası çapulcudur. Kafasına nişan alınasıca vandaldır. Milletimin değerlerine küfreden beyni felçlidir. Parkta sidiği kokan, camide ayakkabılı gezen, sokakta başörtülü döven, hülasa milletime her türlü kötülüğü yapan kemirgendir. Milletim değildir yani, ötekidir…


* * *
Hep söyleniyor ya “yaratılanı seviyoruz yaratandan ötürü” diye, bunu çok anlamlı bulanlardan değilim. Daha doğrusu Yunus'un felsefesinde anlamlı bir bütünlük oluşturuyor da, bazı ağızlarda fazlasıyla anlam yitiriyor, fazlasıyla sakil kalıyor. Çünkü bunu diline dolamış ustaların herkesi sevmediğini biliyoruz, bire bir tecrübe ediyoruz. Hatta bazen ölerek tecrübe ediyoruz… Şahsım adına insan olmaktan kaynaklı, sadece insani değerlerden ve kişisel özelliklerden dolayı sevilmeyi de isterim. Yaratanı bahane ederek milletimin çoğu zaman acımasız ve ahlaksız değerlerini ötekine dayatmanın felsefesi haline geldiğinde hiç de çekilecek bir laf değil doğrusu…

24 Temmuz 2013 Çarşamba

ALLAH KABUL ETSİN İNŞALLAH

Bir öğlen yemek sonrası yürüyüşündeyken, Cuma için salâ (sela) okuyan müezzin "... Ya Hazreti Allaaah" diye uzatınca, "Bu ne saçmalıyor, böyle denir mi" diye söylenmiş, "Cumaya mı geliyorsun da eleştiriyorsun" diyen arkadaşın hışmına uğramıştım. "Adam, yücelttiğini zannederek Allah'a hazret diyor yahu. Böyle gramatik ve ontolojik saçmalık olur mu?" deyince durum daha kötü olmuş, dayaktan zor yırtmıştım.


 * * *
Arkadaşlık önerisi geliyor Facebook'tan, "Allah'da çalışan, tanıyor olabileceğin kişiler..." Allah Allaaah, bu nedir yahu?.. Anasayfaya bir not düşüyor bazen "x kişisi Allah (cc)yu beğendi." Bakıyorum o kadar kişi beğenmiş ki; beğenmesem Allah'a mı aybetmiş olurum, yoksa beğenen arkadaşlara mı bir türlü karar veremiyorum.

Allah sayfası var; 1 milyon 755 bin kişi takip ediyor; paylaşımları beğeniyor, yorum yazıyor. Hakkında kısmı şöyle: Tanınmış kişi. Allah, Kur'an'da tanımlanan tek, zıddı ve benzeri olmayan yaratıcının adı...

Bir Allah sayfası daha, beğeneni 521 bin. Pek paylaşımı yok.

Allah Aşkı sayfasının beğeneni yaklaşık 275 bin kişi.

Başka bir Allah Aşkı daha az beğenilmiş, yaklaşık 20 bin kişi.

Allah Dostları var, yaklaşık 108 bin kişi beğenmiş bu sayfayı.

Allah (c.c) var, yaklaşık 1.5 milyon kişi tarafından takip ediliyor. Bu Allah (cc)nun seveni çok. Çünkü başka bir Allah (c.c) 12 binde kalmış.

ALLAH ( c.c ) MUHAMMET MUSTAFA ( s.a.v ) sayfası var. Yaklaşık 12 bin 500 kişinin beğendiği.

Burada kessem iyi olacak; saymakla bitmez çünkü.


Paylaşımların altına "bizDE sayfamıza bekleriz" diye yazıp kendi yazdığını beğenen var. "anlamıyorum ben ya bu facede yüzlerce sayfa var hepsi boş boş paylaşımlar yapıyorlar ve beğeni sayısı yüzbinleri bulurken bizim bu güzel ve dini içerikli sayfamızda üye sayısı çok az ne tuhaf değil mi hadi destek bekliyoruz sizden müslüman kardeşlerim" diye yazan da...

Mesleği kısmına "Allah (cc)da kul" diye yazan var. O kadar işsiz gezmişliğim vardır, aklıma böyle bir meslek gelmemişti. Utandım kendimden...

* * *

Ara sıra "vahiy" bildirseler de genelde paylaştıkları, hiç Kur'an ve onun üzerine ciddi birşey okumamış anamızın, dedemizin bize din diye anlattıkları şeyler. Tırnak kesmeye hangi parmaktan başlanırsa iyidir; zemzem suyu içmenin faziletleri; su içmenin adabı; sakal-ı şerifin hikmetleri (paylaşılanı beğenmezseniz dinden bile çıkabilirsiniz); hangi gün hamile kalınırsa çocuğun karakteri nasıl olur üzerine kadim geyikler; Cennete kimlerin gideceğine dair rivayetler. Saymakla bitiremeyeceğim binbir uyduruk durum ve uyduruk hadis...

Allah (cc) bazen hiç de komik olmayan fıkralar da anlatıyor kendisini beğenenlere. Salavat getirdiği de oluyor, bakıyorsun ''Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala ali seyyidina Muhammed'' diye buyurmuş Allah (cc).

Ayet paylaşılmış mesela; diyor ki "Rabbinize gizlice ve samimiyetle dua edin. O, haddi aşanları sevmez." Altındaki yorumlara bakıyorsun o biçim: "Amin". "İnşallah". "bu eylem yaptıklarını zannedenleri de destekleyenleri de ebediyyen cehenneminde yaksın RABBİMİZ inş..." "Rabbim inşallah benim eşimDe böyle vefalı olur" diye yazıp Allah izin verirse Rabbinden talebi olanlar var. Hele "Allah kabul eder inşallah", her gün her yerde duyduğumuz bir saçmalık ötesi güzellik. Acaba hangi ilahın izniyle kabul ediyor Allah? diye sorsan afallıyor; ne dediğini, neye niçin inandığını bilmiyor ki gariban...


Bu konuların âkilleri için söyleyeyim ki, yukarıda yazılan şeyler dalga geçmek için söylenmemiştir. Maalesef Müslümanlık anlayışının ortalaması budur ülkemde. İnanmıyorsanız üzülün bu seviyeye. İnanıyorsanız kahrolun...

* * *

Bir dayaktan zor kurtulma hikâyesi daha: Arkadaşlarla İslam'ın temel kaynakları üzerine konuşurken "Eğer Kur'an dışında dinin kaynağı diye bir takım şeyler ileri sürürseniz, Peygamberin Veda Hutbesinde okuduğu ve inen son ayet olduğunu söylediği 'Bugün dininizi tamamladım...' ayeti noluyor? İlahi olduğu kabul edilen ve 'tamamladım' diye biten bir Kitap'tan sonra nasıl olur da dinin 4 kaynağı olur? Müslümanların kültür tarihi anlamında İslam tarihi ile, inancın esasları anlamında İslam tarihini birbirine karıştırıyor olmayasınız?" deyivermişim. Soruma soru: "O yaşananlar, o rivayetler olmadan Kur'an'ı nasıl anlayacaksın? Hem Kur'an'ın tam çevirisi yapılamaz ki ey akıllı?"


El cevap: "İslam evrenseldir demiyor musunuz? Evrensel olduğu iddia edilen bir dine ait her şeyin, ama her şeyin başka diller, yani başka kültürler tarafından da algılanabilir, anlaşılabilir olması gerekmez mi? Aksi halde inanmaktan çok inandırmaktan, yani dayatmadan söz edebilir miyiz?.."


23 Temmuz 2013 Salı

HER ŞEY OLUR

Türk solunun ve de Türk siyasi İslamcılığının —aslında Türk değil Türkiyeli dememi isterler sanırım— acıklı durumu aidiyet meselesindeki tutumundadır. İkisi de çoğu zaman hem ırkçılığa hem milliyetçiliğe karşı olduğunu söyleyerek zaman üstü değerler ürettiği iddiasındadır ve kendilerini ait hissettikleri bir "millet" ve "devlet" kavramı yoktur. İkisi de bir ümmet peşindedir. İçinde yaşadıkları toplumun, konuştukları dilin ve haliyle kültürün ve genel olarak insanın bizatihi kendisine değil hayali birlikteliğine bağlıdırlar.

Kendi ütopyalarına da aykırıdır, ama nedense ikisi de postmodern gevezeliklerin süslü cümlelerine takılıp gitmeyi pek sever. Oysa postmodernizm parçalanmayı savunur, hem de sıkı sıkı savunur. Postmodern insan, ister bilgisel ister toplumsal olsun her türlü bütünleşmeyi hor görür, hatta aşağılar. Onlara "millet" olalım dersen, aşiretindeki en ufak ayrıntının bile kutsallığını dayar önüne... Bu aralar yaşadığımız da yapı-çözümdür bir bakıma. Mesela Başbakan 36 etnik unsur sayarken bilmez neyi niye söylediğini, ama danışmanları uzun süredir bu kaynaklardan besleniyor ve ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlar...



Bütün kültürler kendi içinden bakınca iyidir, saygı duyulması gerekir.
Bütün kültürlerin kendi içinde oluşturdukları ahlak anlayışına saygı duymak gerekir, evrensel bir ahlak anlayışı mümkün değildir.
Nesnel bilgi mümkün değildir. “Aydınlanma”nın ortaya koyduğu değerler dışlayıcıdır, “öteki”ni hiçe saymaktır.

Parçalaya parçalaya herkesi başka birine "öteki" yapmanın adıyken, bir de herkesin sahip olduğu her kültürü kutsal kıldın mı illa ki birileri birilerinin kutsalına küfredecek ve savaş kaçınılmaz olacaktır. Bunun böyle olduğunu, eleştirdikleri modernizm tecrübesinde görmüşlerdi oysa. Modernizmin, tersine işletilen adıdır postmodernizm. Siyasal olarak aşiretler çağına dönüştür bir bakıma... Postmodernistlerin her şey oluru, süslü ve çok güzel bir fahişedir, akıl çelmeye muktedir...

Kültür dediğiniz başı sonu belli olmayan hayali bir kavram değil ki. Ben kendi adıma önüme gelen her kültüre içinden bakıp kutsal saymıyorum; aksine peşin peşin küfretmek istiyorum bazı kültürlerin yol açtığı uygulamalara: Mesela, onbir yaşında kız çocuğunu sebebi ne olursa olsun evlendirmek şerefsizliktir. Şerefsizliktir, çünkü akil baliğ olmamış bir masuma herşeyin ötesinde "mal" muamelesi yapmak şerefsizliktir... Mesela, eşinden ayrılmak istiyor diye kadınların kafasına sıkmak namussuzluktur. Namussuzluktur, çünkü insanları ne yaşıyorsa yaşasın, sevmediği ve istemediği bir yaşama zorlamak namussuzluktur... Mesela, çocuklara veya farketmez erişkinlere, tecavüz edenlerin elini kolunu sallayarak gezebildiği bir kültür hayvanidir. Hayvanidir, çünkü insanoğlu hukuk üretebilen bir varlıktır... Mesela sokak ortasında yapılan bir işkenceyi veya cinayeti seyrederken, öpüşen bir çifte edepsizlik ediyorlar gerekçesiyle müdahale etmek ahlaksızlıktır. Ahlaksızlıktır, çünkü insanoğlu din, dil, cinsiyet, renk farkı gözetmeksizin, her mekânda anlamlı olabilecek ahlak felsefesi üretebilecek bir varlıktır.

Kültür, savunulabilir ahlak felsefesi içermeyen, savunulabilir temeli olmayan bir yaşam haline geldiğinde neden saygı duyulacak bir şey olsun ki?..


* * *

Parçalardan bütün oluşturamamak beceriksizlik sayılabilir. Ama sosyal ve siyasal anlamda bütünden parçalar yaratmak hainliktir. Kendini, içinde yaşadığı millete ait hissetmemek de zihinsel fahişelik.

En ayrıntısına kadar ırkçılık yapılan ülkemde, millet (ulus) olmayı gayri insani bulan, ama ırkçılara da zihinsel ve fiziki her türlü desteği veren sosyalistler ve siyasi İslamcılar cennetlerine ne zaman kavuşurlar bilmiyorum. Ancak kendilerini bir millete ve bir devlete ait hissetmemeye devam ederlerse, korkarım ki başka milletler, evrensel zihinler atlasında bunları gezdirmeye devam edecek...


21 Temmuz 2013 Pazar

MEĞER BİR SANRI İMİŞ BİZİMKİSİ

Hükümet yandaşları, son on yıldır Ortadoğu’da olup bitenlerle ilgili şaşkınlıklarını gizleyemiyorlar. Suriye Kürdistan’ının kuruluyor olması mahalle arasında “noluyor lan?” tarzında değerlendiriliyor. “Niye şaşırıyorsunuz yahu? Bu zaten beklenen bir şey değil miydi?” dediğimizde, “tencere tava çalmak suçtur” hükmü gereğince gündem değiştiriliyor.

Suriye örnekliğinde, muhaliflerin Esat gittikten sonra birbirine girmesi öngörülüyordu. Muhaliflerin organizatörlüğünü İstanbul otellerinde Türkiye yaptığına göre “kontrol tamamen bizde” havası okunup üflendi Türk kamuoyunun üstüne. Esat’ın bir türlü gitmek bilmemesi, Hükümetin planlara uygun davranmayıp acele etmesi neticesinde gereken fiziki ve fiili desteği ABD ve diğerlerinden alamaması kendi hesap bilmezliğiyle değerlendirilmelidir. Bir de, PKK’nın havayı daha iyi kokladığı, BOP projesini daha iyi algıladığı ve Türk Hükümetinden daha iyi fiili durum yarattığıyla… 


 BOP projesi açıklandığında, zamanın ABD Güvenlikten sorumlu danışmanı (sonra Dışişleri Bakanı oldu) Condolezza Rice, bu projeyle Türkiye dahil 22 ülkenin sınırlarının değişeceğini söylemedi mi? Sonra bu proje Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi olarak genişletilmedi mi?

Adına “Arap Baharı” dedikleri şeyin BOP’un uygulamalarından biri olduğu aşikâr değil miydi?

BOP’un gerektirdiği şeylerden birinin de İsrail’in güvenliğini daha sıkı hale getirmek olduğu bilinmiyor muydu? Bunun uğruna; Türkiye’nin “İsrail dostu” diye aşağıladığımız AKP öncesi hükümetlerinin vetosuyla giremediği OECD’ye AKP Hükümetinin şefaatiyle girdiğini kim bilmiyor?

Türkiye’nin “İsrail uşağı” diye aşağıladığımız AKP öncesi hükümetlerinin vetosuyla katılamadığı NATO’nun ortak seminer ve tatbikatlarına artık AKP sayesinde katılabildiğini kim bilmiyor? Üstelik Mavi Marmara ile ilgili gündemin tavan yaptığı zamanlarda alınan bir kararla?

Malatya Kürecik’e kurduğumuz NATO savunma sistemlerinin İsrail’in güvenliğini sağlama almak olduğunu kim bilmiyor?

Peki bu BOP’un gururla “eşbaşkanı” olduğunu söyleyen Recep Tayyip Erdoğan değil miydi?
(http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=mdA7v16Xmag)


Peki PKK’nın her gün AKP’nin başının etini yemesi ve “sözünüzü tutun, yoksa karışmayız…” demesi sadece Oslo ve İmralı görüşmelerinden, sadece kendi cürmüne güvenmesinden mi kaynaklanıyor?

Şimdi neden herkes BOP diye bir şey yokmuş, “biz” de onun eşbaşkanı değilmişiz gibi davranıyor? Yoksa böyle bir şey olmadı da bir sanrı hali mi yaşadık?

AKP’nin yazar çizer, kıldan tüyden aydın takımı neden her gün “Herkesin bir hesabı varsa, Allah’ın da bir hesabı var” diye twit atıyor, mesaj çekiyor? Eşbaşkanlığımıza mugayir bir açık hesap varsa kim veya kimler bu olgu ve olayları yeksan edecek bu açık hesaba ilişkin vahyi almıştır? Almışsa bizden niye gizlemektedir? Vahyi alanın insanlara bildirme mecburiyeti yoksa vahiy almasının bir anlamı var mıdır ki?

Hem vahiy almış da duyurmayanın şah damarından yakalanmıyor muydu?

19 Temmuz 2013 Cuma

DÜRÜSTLÜĞE ÇAĞRI: SİTTİN



Okulda en sevdiğim ve halâ da ilişkimin devam ettiği, saygıda kusur etmemeye çalıştığım hocamla muhabbetimiz şöyle başlamıştı: Girdiğim sınavda arkalı önlü üç kâğıt, yani altı sayfa cevap yazmıştım. Aldığım not sıfır (0) idi ve nedenini merak ettiğim için hocamı ziyaret etmiştim. Kâğıdımı bulup çıkardıktan sonra, "Hatırladım, çok mükemmel kâğıt vermişsin..." dedi. "Hocam ama sıfır aldım?" deyince, "Evet yazdıkların çok iyi, çok önemli. Ama benim sorduğum soruyla hiç mi hiç alakası yok!" demişti... O an benim için çok önemliydi, halâ da öyle...

Bu ülkede okuduğunu anlama sorunu var. Anlasa da işine geldiği gibi yorumlama sorunu var. Soru, en iyi çalıştığı yerden gelmeyince, gene de çalıştığı yerden cevaplama sorunu var.




Vakıa:

1. İran BOP projesinin eşbaşkanı olmadığı gibi karşı da olduğu için şimdilik sıkı duruyor. İran'dakilerin biraz daha beklemesi gerekecek (Doğu Kürdistan).

2. Irak'ın Kuzeyinde bir Federe Kürt devleti kuruldu (Güney Kürdistan).
3. Suriye'nin kuzeyinde bir Kürt devleti Türkiye Cumhuriyeti Devleti Hükümetinin bir dış politika başarısı olarak kurulmak üzere. Yazıyı tamamlamıştım ki, ajanslara düşen görüntülü haberlere göre artık Suriye sınırımızda PKK bayrağı dalgalanmakta (Batı Kürdistan).
4. Türkiye sınırları içinde adım adım bir Kürt devletine doğru gidilmekte (Kuzey Kürdistan).

Siyasilerin oyalama beyanatlarına, medyanın "herşey güzel olacak" haberlerine kanmamak gerektiğini söyleyip duruyoruz. Çünkü PKK yöneticilerinin söyledikleri, yaptıkları ortada... Ortada değil diyenler "kör parmağım gözüne" deyimini de anlamayanlardır. Adına "barış süreci" dedikleri şeyi Hükümetin emrindeki medyadan takip edenler aldanmaya mahkûmdur...

* * *

Kürt arkadaşlarım, dayanamayıp eleştirilerimi eleştiriyorlar. Onlara şunu söylemek istiyorum: İyi de benim derdim sizi niye bu kadar geriyor? PKK'nın ne istediği umurumda değil ki; her zaman birileri çıkıp bir şeyler isteyebilir... Ben, Türkiye Cumhuriyeti Devletini temsil eden Hükümetle ilgileniyorum. Şimdilik, ama şimdilik mücadelem Hükümetle. Çünkü benim adıma benim ülkemi gâh babalar gibi pazarlayarak, gâh açıktan peşkeş çekerek vatan duygusunun namusunu çiğnemekte ve çiğnetmektedirler.

Ama size bir çağrım var: Artık kendinize karşı da, topluma karşı da dürüst olun. Artık orta bir yerlerde gezinerek kimsenin kafasını bulandırmayın.

Hem kavmiyetçi bir kalkışmadan yana durup, hem de insanları ırkçılıkla suçlamaya utanmıyor musunuz? dedikten sonra;

Söyleyin; siz coğrafyasıyla bütünleşik, etnik ve dini unsurların zikredilmediği sosyal bir hukuk devletinden yana mısınız, yoksa bağımsız bir Kürdistan'dan yana mı? Bu soruya cevabınız sizin dürüstlüğünüzü belirleyecektir. Çünkü hem "biz sadece demokrasi istiyoruz" deyip hem de PKK'nın yanında konuşlanıyorsanız ya PKK'yı bilmeyen cahillersiniz ya da bizi yalanlarla kandırmaya çalışan sahtekârlar. Artık delikanlı gibi, neyseniz açık açık söyleyin. Hem Kürdistan kurulsun der, hem de ama ben İstanbul'da, Ankara'da, İzmir'de Kürdistan'ı ve kavmiyetçiliği savunan biri olarak yaşayayım derseniz iç savaşa davetiye çıkarırsınız. "Doğu bizim, Batı hepimizin" saçmalığının ne kadar tahrik edici olduğunu görmüyor musunuz? Neden "her taraf hepimizin" formülü üzerinde çalışmıyorsunuz?...

Hem bir yandan din ve mezhep, bir yandan kavimler arası savaş çıkarıp hem de barışın geleceğini söylemek tarih bilmemenin yanında tahrik edici bir küstahlıktır da. Bunu, ne Hükümet yandaşları ne de PKK yandaşları anlamak, görmek istemiyor nedense...

PKK'nın da Kürdistan gibi bir talebi olmadığını, sadece daha çok demokrasi istediğini söylüyorsanız, (yüzlerce saymak mümkün) ama aşağıdaki birkaç olay ve olguyu nerenize sokacaksınız?

Duran Kalkan, Şırnak’ın Cizre İlçesi’nde görüntülenen PKK’lı ‘asayiş’ gruplarına ilişkin, ''Kürt kendini savunmayacak mı? Süreç ilerlerse Kürtlerin asayişleri de, polisleri de, savunma kuvvetleri de olacak. Bunlar sadece Türk’ün hakkı değildir" derken ne demek istemiştir?

ÖSO ile yaşanan çatışmalar sonucu ölüm ve yaralanmaları protesto etmek amacıyla yürümek isteyen Ceylanpınarlılar polis tarafından engellenerek, ablukaya alındığında, engellemeye tepki gösteren Urfa Milletvekili İbrahim Binici, "Unutmayın, sınırlarınızı tanımıyoruz. Her iki taraf da Kürdistan'dır. Böyleydi, böyle kalacak" derken hangi demokrasinin geleceğini müjdelemektedir? Bu kafayla Manisa'ya da demokrasi gelecek mi?..

Bundan sonrası hem AKP yandaşlarına hem de PKK yandaşlarına.

Apo, "2003 yılı PKK ve KCK’nin kendini demokratik modernite kuramı çerçevesinde resmen ilan ettiği dönemin başlangıcını ifade eder" demişti. Peki Başbakanın Danışmanı ve AKP MKYK Üyesi Yasin Aktay "Öcalan geleceği iyi okuyor, talepleri makul" derken kendi kalesine gol attığını mı düşüneceğiz? Veya "bu takım bizim takım değil" diyebilecek miyiz?..