Dediler
ki "bu okul çok iyi eğitiyor, hem de yakın... çarığınızı çorabınızı da
aldık, haydi yallah gidin!"
Gittik...
Gittik
de, okulda bir kelime Türkçe bilen yok. Yani öğretmenler dışında... Öğretmenlerden
de zaten biz tırsıyoruz; onlar konuşturmazsa ne haddimize, ne işimize
öğretmenlerle konuşmak. Evimize topu topu bir-birbuçuk kilometre uzaklıktaki
okula sanki başka bir ülkeye gider gibi gidiyoruz. Ağzımız, kulaklarımız,
gözlerimiz beş karış açıkta izliyoruz; kimileri koşturuyor, kimileri
anlamadığımız bir dilde sohbet ediyor, tartışıyor, ağlıyor...
Yatılı
Bölge Okulu "disiplinlidir, iyidir, adam olursunuz" diye saldılar
bizi okula. Zaten yatılı okula "gündüzcü" yazılan beş kişiyiz,
beşimiz de birbirimizi beşikten tanıyoruz. Yeni bir arkadaş edinmek, yeni bir
soluk almak mümkün değil bu ortamda...
Neyse
ki okulun eğitimi gerçekten iyi. Köydeki çocuklar okusun diye kurulmuş bu okul
birinci sınıfta neredeyse bir "hazırlık okulu" gibi. Önce köyünden
ilk defa dışarı çıkmış, tek kelime Türkçe bilmeyen, ama Kürtçeyi de bir çırpıda
hızlı hızlı konuşan çocuklara Türkçe öğretiliyor. Üstelik öğretmenlerin çoğu
Ercişli olduğundan çok özel bir Türkçe de öğretiliyor: Ercişlice!.. Sohbetler
Ercişlice yapılıyor, kitabî olanlar da Ercişlice telaffuz ediliyor. Yani
"gündüzcü"lerin zorlanacağı birşey yok... Benim iki yıl boyunca
öğretmene küfretmeme sebep şey dışında. Okumayı hemen çözüyorum, ama bir türlü
yazamıyorum, iyi mi? Yazamıyorum, çünkü bir solağım ve çok akıllı öğretmenimiz
sağ elle yazmam için zorluyor da zorluyor. Hikmetini bir türlü anlayamıyorum;
evde yemek meselesi, okulda yazı yazma meselesi kendimi lanetliymişim gibi
hissetmeme neden oluyor. Neyse ki üçüncü sınıfta rahat yazar hale geliyorum da,
kurtuluyorum sol elli olmanın lanetinden maşallah...
Dil
mesafeleri kapanıp, birbirimizi anlayacak seviyeye gelince, arkadaşlıklar
gelişiyor. Beş kişilik minyatür kale maçlardan onbire onbir oynanan koca sahaya
geçiş bile yapıyoruz. Hatta saha o kadar müthiş ki aynı anda sekiz ayrı takım
maç yapıyor, kimse diğer maçın topuna dokunmuyor. Tek sorun bir kalede dört
kalecinin bulunması. Topun, diğer kalecilerin kıçına başına değip kaleye
girmeme olasılığı tek kalecili kaleden daha yüksek. Bu da vuruş tekniği
kazandırıyor bize...
Okula
geldiğinde tek kelime bilmeyip de kitaptan öğrenen arkadaşlar bizim Türkçemizle
dalga geçecek kadar öğreniyorlar Türkçeyi. Neymiş efendim "kartol"
yerine "gartol" diyormuşuz. Fesime anlatsınlar kartolu...
Binyılların
gartolunu kartol yapan arkadaşlar telaffuzumuzu epey zorladılar da. Qaf'lı ve
hhılı ifadeler çoğaldı hayatımızda. Ama ölürüm de "kartol" demem, o
konuda kararlıyım...
Tabii
bu arkadaşlara biz Ercişlice birşeyler aktardıkça karşılığında da Kürtçe
birşeyler alıyoruz. Karşılıklı kültür alışverişi yani.
Beş
yıl okuduğumuz bu okulda yemek yememiz ailemiz tarafından yasaklanmıştı. Sebebi?
Sebebi temizlik efendim, başka bir numarası yok... Her öğlen eve yürüyüp, gidip
geliyoruz. Evde ne mi yiyoruz? Ne olacak, kimi zaman akşamdan kalmışsa yemek,
kimi zaman bir tas yoğurt, kimi zaman yeşil soğan ve ekmek. Ama olsun, evde
yeşil soğan ve ekmeğe talim de edilse emir var "okulda yemek yenmeyecek!"
Pek âlâ, yenmesin bakalım... Koca beş yıl içinde bir kere delindi bu yasak.
Arkadaşlar artık ısrar etmeyi fenalık derecesine getirmişti ki, "tamam yav
gitmiyorum bu öğlen, birlikte yiyelim" çıkıverdi ağızdan. Yüzlerce
öğrencinin yemek yediği devasa yemekhaneye girer girmez kokudan bir milyon olan
kafaya, içine iki lokma girmesine rağmen itiraz eden mide eşlik edince dışarı
çıkıldı. Yemeğe gitmek için ısrar eden arkadaşlar vicdan azabıyla gofret üstüne
gofret aldılar aç kalmayayım diye. Kendilerini saygıyla ve şükranla yad
ediyorum... Ancak o gofretler de bayattı, haberleri olsun...
Tam
arkadaşlıklar tavan yapmış, okulu o biçim sevmeye başlamışız, bitti. "Artık
gündüzcü öğrenci alınmayacak, naş naş" dediler. Erciş Lisesinin orta
kısmına yazdırdılar bizi. Üç kat daha fazla mesafe katedeceğiz, ama sorun
değil. Asıl sorun, yine yabancılık çekeceğiz başlarda, alışmak zor olacak...
Yatılı
Bölge Okulunda arkadaşlar "Turko" diye dalga geçiyordu ya, gittik
Erciş Lisesine ki aboo herkes burjuva yahu. Parası olup da yatılı okumayan
beyaz köylüler jilet gibi, pasparlak takım elbiseleriyle hava basıyor...
Şehirli fırlamalar boyunlarında zincirler, ellerinde tespihler racon kesiyor...
Henüz kimin "inek", kimin "çok akıllı" olduğu falan
bilinemediğinden, kızları daha ilk haftadan bu iki grup bağlıyor, garibanlar
gene açıkta kalıyor; mahalle kızlarına askıntıya devam...
Bir
de bir yarış var ki, başlarken kaybetmişiz zaten. Okulda çok sayıda memur
çocuğu var. Daha da önemlisi subay çocukları falan var ki, herkes onlarla
arkadaş olmaya can atıyor. Ne var ki, Yatılı Okulda bizi "Turko" diye
çağıranların yerini "bunlar kıro, yatılı okuldan geldiler" diyen beyaz
Turkolar aldı. Kimseye yaranamıyoruz; beyaz köylüler parasıyla eziyor, şehirli fırlamalar
raconlarıyla, beyaz Turkolar Türkçe telaffuzlarıyla(!).. Artık, konuştuğumuz
Türkçenin ne kadar kaba bir Türkçe olduğuna kanaat getirmişiz evelallah; onlar
gibi incelmeye çalışıyoruz. "Beeyyş, tango olupsan babam!?" diyen
mahalleliyi umursayacak durumda değiliz.
İlk
hafta ders mers yok... Öğrenciler "memur çocuğu", telaffuzu düzgün
arkadaş edinme peşinde koşuyor, top oynuyor, "dal sigara" satan
dükkânları keşfetmeye çalışıyor...
Dersler
başlıyor, yandık ki ne yandık... Matematik dersinde disipliniyle meşhur öğretmen
(Elif Siyes, kocası bir yüzbaşı ve darbe yönetiminin Erciş Kaymakamı. Bütün
Ercişlilerin kocasından, bütün öğrencilerin de Elif hocadan çekeceği var) öğrencileri
tanımaya çalışıyor. Tek tek isimlerini, anaların babaların ne iş yaptığını soruyor.
İsim sorusuna cevap vermek kolay; tek bir telaffuzu var ne de olsa. Anne de kolay, hemen herkesin annesi bahçede semaver çayı yudumluyor. Ama bana
sıra gelene kadar baba mesleğini düşünmem lazım, ne demeliyim? O zamana kadar
bildiğim kelime doğru mu acaba? Herkes ne kadar da ince konuşuyor yahu… Benim
bildiğim kesin yanlış olmalı! Eğer Türkçe bu kadar ince telaffuzlu bir dil ise,
kesin yanlış biliyorum. “Ne yapıyorsun oğlum cevap ver” dese, şimdikiler gibi
"iyi valla öğretmenim, sen ne yapıyorsun?" da diyemeyiz.
"Gebertir kaymakamın karısı bizi"... Zaten o zamanlar
"iyiyim" cevabının sorusu "ne yapıyorsun?" değil,
"nasılsın?" idi.
Ne
çabuk bana geldi sıra, anlamadım. Bazı uyanıklar atladılar galiba diyeceğim,
ama Elif hoca yemez öyle numaraları...
–
Evet oğlum sana soruyorum! Baban ne iş yapıyor?
En
iyisi qırroluk yapmadan ince ince cevap vermek:
–
Marangöz öğretmenim!..
–
Marangöz müü, o nasıl meslek olum?
–
Marangöz işte öğretmenim, keser meser var ya hani...
–
Yavrum ona marangöz değil, marangoz denir!.. Gülmeyin çocuklar!..
"Gülünmeyecekse sen de gülme hocam" diyemiyorsun ki...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder