15 Ağustos 2013 Perşembe

MUHAFAZAKÂRLIĞIN KUTSAL KIÇI

Ortadoğu’da olup bitenlerin bizdeki yansımalarını geçersek ülke gündemi yine standart sapma eğiliminde. Merdivenlerden kızlı erkekli çıkmalar, yurtlarda kızlı erkekli yemek yemeler ve daha birçok şey. Hele rakıya henüz dokunulmuşken bir de rakılı türkülere dokunmak günlerce konuşulan şeylerden biri oldu. Bütün bunlar Müslümanlık ve muhafazakârlık adına, onları yüceltmek adına gündeme getiriliyor. Bunları her gündeme getirdiklerinde arka planda mutlaka bir şeyler dönüyor. Eskiden de çakma gündem yaratılarak bir şeyler örtbas edilirdi. Ama hiç bir gündemin içine bu kadar hoyratça edilmemişti. Hiç bir dönemde hayali bir muhafaza cephesi açılmamış, insanların değer kabul ettiği şeyler bu kadar sömürülmemişti. Daha kötüsü hiç sıradan olan bu kadar yüceltilmemişti...
* * *
“Daha kaç gün önce barış sürecinin üçüncü aşamasını açıkladılar ve bu aşama gereği Karayılan ve gibilerinin siyasete gireceğini, girmesi gerektiğini dillendirdiler” dediğimde muhafazakâr arkadaşımın zihninde bir şey canlanmadı. “Boş ver sen şimdi onu, Hükümetin bir bildiği vardır” dedi. Rakılı türküler ve kızlı erkekli gündem maddeleri o kadar gözüne gözüne sokulmuş ki aklı fikri orada: “Kızlı erkekli yemekhane toplum yapımızı bozmuyor mu?”
Toplum yapımız? Kimine göre mazbut, kimine göre muhafazakâr. Nedendir, ikisi de hiç itimat telkin etmiyor bana...
Nedir bizi muhafazakâr yapan şey? Muhafazakârlık tersine inşa edilmeye çalışılan bir saçmalığın adı olmasın sakın?..
* * *
Ankara’yı bilenler Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan binaların iyi kötü bir estetik kaygı güttüğünü, bir mimari anlayışa sahip olduğunu bilirler. “Demokrasinin gelmesi”nden sonraki yapılaşmayı da bilirler. Her tarafından ucube binaların sökün ettiği, tabela yığını, sonradan görme bir şehir havasındadır şimdilerde...
Sivas’ta, Konya’da, Bursa’da hangi mimari, sanat geleneği muhafaza edilmektedir?
İstanbul? “Ecdad” deyip durmalarına kanacak mıyız? Ecdad içi boş, kof bir söylemdir. Hiçbir millet tarihine bu kadar hainlik etmemiştir. Ormanları betonlara boğdurulmuş ve halâ da boğdurulan, ne müzik, ne resim, ne mimari, ne edebiyatından eser kalmamış bir İstanbul’un artık sadece adı İstanbul’dur. Osmanlı bunların hiçbirini Anadolu’ya taşıyamamıştı. Ama artık bugün Anadolu köylü kültürü İstanbul’un bütün değerlerine nüfuz etmiş durumdadır. Ne Selçuklunun, ne de Osmanlının hiçbir dünyevî işini inadına anlamak istemeyen, kendi köylü kültürünü bir üst kültür olarak fiili bir durumla dayatan neyi muhafaza etmektedir? Muhafaza ettiği şey, en basitinden kadınları nesne olarak gören aptal ve ilkel kültürünün muhafazası olmasın?
Sağa sola yalpalamanın anlamı yok. Köylü kültürü üst kültür üretecek donanıma sahip değildir. Ancak, onun içine edecek donanıma sahiptir. Üretilen medeniyeti, üst kültürü köylüye götürmenin, üstüne üstlük onun tahrif edilmesine göz yummamanın adı olması gerekirken, köylü kültürünün üst kültürün içine etmesine seyirci kalmanın, hatta içine edenlere sahip çıkmanın adıdır bugün muhafazakârlık. Siyasi olarak karşılığı, açtığı onca çığıra rağmen Demokrat Parti, ANAP ve onların takipçisi olduğunu söyleyen AKP’dir. Sosyal olarak karşılığı, Sultanahmet’ten Aksaray’a yürürken kaldırım taşlarında göreceğiniz tükürük ve sümük kümeleridir. İbadetleri yerine getirmek anlamında dindarlıkla hiç mi hiç alakası yoktur; sapına kadar köylü kültürünün yüceltilmesidir.
Bugün coğrafyası ve nüfusu tehdit altındayken, bütün tarihi varlıkları, yani medeniyeti ve kültürü; mimarisi, müziği, edebiyatı iğdiş edilmiş, sanatının içine tükürülmüşken, içinde rakı kelimesi geçen türkü dinlememek, kız çocuklarının giyeceği eteğin boyuna takmaktır muhafazakârlık. Irzına geçilmemiş tarihi ve kültürel değeri kalmamışken genç kızların bekâretinin kutsallığıdır bugün muhafazakârlık...
* * *
Tuğrul Bey, Halifeden kızı Seyyide Hatunu ister, ama Halife “daha düne kadar bilmem hangi puta tapan, yurdundan fırlamış bir Türk’ün, soylular soylusu Halifenin kızını hangi cüretle istediğini” sorgulamaktadır.
Halifeyi ikinci ziyaretinde Tuğrul Beyin Veziri ve Halife arasında geçen konuşmayı Amin Maalouf Semerkant’ta şöyle anlatır:
— Bundan birkaç ay önce, cevabın olumsuz olabileceğini düşünerek, Sultanı hazırlıklı kılmak istedim. Ondan önce hiç kimsenin böyle bir istekte bulunmaya cesaret edemediğini, böyle bir gelenek olmadığını, herkesin şaşıracağını söyledim. Verdiği cevabı asla tekrar edemem.
— Korkma, konuş!
— Halife Efendimiz beni affetsinler, o sözcükleri tekrar edemem.
— Konuş, emrediyorum, hiçbir şeyi gizleme!
— Sultan önce, bana hakaretler yağdırdı. Beni sizden yana, kendisine karşı olmakla suçladı. Beni prangaya vurmakla tehdit etti. Vezir bile bile kemküm ediyordu.
— Sadede gel! Tuğrul Bey ne dedi?
— Sultan buyurdu ki: “Şu Abbasiler tuhaf herifler! Ataları, dünyanın yarısını fethettiler, en bereketli kentleri kurdular. Bir de bugünkü hallerine bak! Ellerinden imparatorluklarını alıyorum. Razı geliyorlar. Başkentlerini alıyorum. Mutluluk duyup beni hediyelere boğuyorlar. Halife de bana “Tanrının bana verdiği bütün ülkeleri sana veriyorum, bana emanet ettiği bütün Müslümanları sana teslim ediyorum” diyor. Sarayını, kendini, haremini korumam için yalvarıyor. Ama iş kızını istemeye geldiğinde, isyan edip, onurunu korumak istediğini söylüyor. Uğruna savaşmak istediği tek yer, bir bakirenin kıçı mı?”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder